Davet Biçimi ve Nebevi Ahlak
Dini insanlara götürürken nasıl davranılması gerektiği büyük
öneme sahiptir. Gösterilen her tavrın ardında hikmetli bir düşünüş varsa o
hareket, sonuca ulaşır. Elde edilmek istenen sonuç salt dünya ile
sınırlandığında ise, bir sonuç elde edilememiş sanılacak ve "acaba"
soruları gündeme gelecektir. Daveti üstlenen kişiler dünya ve ahireti aslına
uygun bir şekilde kavrar ve ödülü her iki tarafta da beklerlerse ancak o zaman
ölçülü hareket edebilecek bir zihin yapısına kavuşmuş olacaklardır. Bunu
gerçekleştirebilmek davetin yapısını, amaçlarını, değişmeyen ilkelerini ve
inanmayanların, miras almışçasına gösterdikleri ortak tavırları idrak
edebilmekle mümkündür. Peygamberlerin getirdikleri ilahi haberlerin özü Allah'ı
birleme çağrısıdır. Sadece O'na kulluk mesajıdır. Bu ilkeyi yalanlayan birisi
bütün peygamberleri yalanlamış olur. Zira bu onların hepsinin çağrısıdır.
Kur'an-ı Kerim bu gerçeği pek çok yerde değişik biçimde vurgular. Çünkü bu,
İslam inancının ana ilkelerinden biridir. Bütün ilahi çağrılar onu içerir. Bu
ilkeye göre insanlar iki kesime ayrılır. Müminler ve mümin olmayanlar. Tarihteki
bütün dönemlerde bu kesimler varlığını sürdürmüşlerdir. Buna göre Müslümanlar
bakarlar ki, Allah tarafından gönderilen her dine ve her inanç sistemine inanan
ümmet kendilerinin de ümmetidir. Tarihin ta ilk şafağından tevhidin son
halkasının ortaya çıkışına kadar bütün dönemlerde bu gerçek değişmemiştir
değişmeyecektir de. Diğer kesim ise, her milletin ve tevhid dininin
inanmayanlarıdır. Buna göre mümin bütün peygamberlere iman eder, peygamberlerin
hepsine saygı gösterir. Çünkü onların hepsi bir olan mesaja, tevhid mesajına
çağıran elçilerdir.1 "Nuh kavmi de peygamberleri yalanladı. Kardeşleri Nuh
onlara şöyle demişti: (Allah'a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? Bilin ki ben,
size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'a karşı gelmekten sakının
ve bana itaat edin. Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrimi
verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir." (Şuara 26/105-109). Ayette
peygamberlerin yalanlanmasından bahsedilmesi Nuh toplumuna birçok peygamber
geldiği anlamına gelmez. Aralarında ihtilaf olmayan peygamberlerin inkar
edilmesi anlamındadır. Yani birini inkar hepsini inkar gibidir. Genel olarak
resuller, kendi toplumlarından Allah'tan sakınmalarını ve kendisine itaat
etmelerini istemiş ve yaptığı bu davet karşılığında kendilerinin dünyevi
herhangi bir ücret istemediklerini ilan etmişlerdir. Bu ise resullerin
istedikleri itaatin, insanın kemali için olduğunun delilidir. Dünyevi bir
maksat ile olmadığını ortaya koymaktadır.2 Onların istedikleri itaat, dünya
ehli kimselerin istedikleri gibi makam ve mevkilerinin yükselmesi İçin değildir
veya dünyevi herhangi bir hedefi gerçekleştirmek için kendilerine itaat
edilmesini istemezler.
Bu bağlamda Hud peygamberin tavrının da farklı olmadığını
görüyoruz. "Âd (toplumu) da peygamberleri yalancılıkla suçladı. Kardeşleri
Hûd onlara şöyle demişti: (Allah'a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? Bilin ki,
ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'a karşı gelmekten
sakının ve bana itaat edin. Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim
ecrimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir." (Şuara 26/123-127).
Peygambere itaatin Allah'tan sakınmanın ardından zikredilmesi, peygambere
itaatin Allah'a İtaatten sonra gelmesi nedeniyledir. Çünkü nedene bağlı olan
nedenden sonra gelir. Hud Peygamber karşılık beklemeden nasihat etmektedir. Bu
ihtarı hemen her peygamberin kıssasında görürüz. Çünkü samimiyet, ihlas ve
doğruluk, peygamberliğin ve nasihatin birinci şartı ve hak ile batılın en
esaslı farkıdır. Tevhid İnancının da gereği bu olduğundan, her peygamber kendi
ümmetine bu uyarıyı yapmıştır. İhlaslı olmak, karşılığı Allah'tan beklemeyi
gerektirir. Ne verecekse O verecektir. Akleden insanların, böyle halisane
söylenen ve doğrudan doğruya kendilerinin yararına olan bu hak öğüdü tutarak
Allah hakkında iftiradan vazgeçmeleri gerekir.
Hud peygamberin onlara sevgi ile yaklaşarak, kendilerine,
aralarındaki birleştirici bağları hatırlatarak söze girmesi duygularını
kamçılamak ve güvenlerini kazanarak söyleyeceklerine kulak vermelerini sağlamak
amacına yöneliktir. Çünkü herhangi bir toplumun önderi, halkına yalan söylemez.
Amacı iyi niyetle öğüt vermek olan bir lider, soydaşlarını aldatmaz. Hz. Hud'un
ücret istememesinden anlaşılıyor ki, soydaşları kendisini çağrının karşılığında
ücret istemekle ya da mal kazanmak peşinde koşmakla suçlamışlar ya da böyle bir
imada bulunmuşladır. Bundan dolayı bu suçlamayı reddeden cümlesinin arkasından
soydaşlarına "acaba aklınızı kullanmayacak mısınız?" diye sesleniyor.
Bu azarlayıcı cümle soydaşlarının tutumu karşısında duyduğu şaşkınlığı
gösteriyor. Nasıl hayret etmesin ki, adamlar yüce Allah'ın görevlendirip
gönderdiği bir peygamberin insanlardan maddi menfaat bekleyeceğini
düşünüyorlar. Oysa o peygamberi insanlara gönderen yüce Allah, tüm bu
yoksulları, bu zavallıları besleyen tek rızık verici, tek yarar dağıtıcıdır.3
Kur'an-ı Kerim, servet ve refahları, nedeniyle hayatın yüce
değerlerine kayıtsız kalan Semud toplumuyla ilgili olarak da insanlar için şu
bilgilere yer veriyor: "Semûd (kavmi) de peygamberleri yalanladı. Kardeşleri
Sâlih onlara şöyle demişti: (Allah'a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? Bilin
ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'a karşı gelmekten
sakının ve bana itaat edin. Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim
ecrimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir." (Şuara 26/141-145).
'Kardeşleri' hitabı onlardan birisi anlamındadır. Arapça'da 'Ya
Temimoğullarının kardeşi' denildiğinde onlardan birisi olduğu kastedilir.
Aralarında güvenilirliğiyle meşhur bir kişi anlamına da gelir.4 Salih peygamber
kendi toplumunda gelecek vadeden birisi olarak görülmektedir. Var olan dokuz
çetenin fesad çıkarmalarının karşısında saf tuttuğu için aleyhte faaliyetlere
maruz kalmış ve istemelerinin ardından gelen mucizeye karşı savaş açmışlardır.
O yine de farkına varırlar diye ümidini kesmemiş göz ardı ettikleri bir gerçeği
vurgulamış ve tebliğinde hiçbir menfaat gözetmediğini onlardan maddi veya
manevi bir çıkar elde etmeye çalışmadığını vurgulamıştır. Semud toplumu ise
insan gücünün ötesinde ve insanını amellerini denetleyen bir güç olduğunu
unutmuştur. İkinci olarak, peşinden gittikleri önderler onları sapıklığa
sürüklemiş ve ifsadı yaygınlaştırmışlardır.5 Buradan şu sonuca varabiliriz:
Kur'an-ı Kerim'in işaret ettiği çöküş sürecinde önemli bir faktör de günahkar
liderlerin ortaya çıkmaları ve halkın onları onaylatmasıdır.
Ahlaksızlığın, cinsel sapıklığın had safhaya çıktığı Lut
toplumu da kendilerinden önce gelen toplumlar gibi peygamberlerine muhalefet
etmişlerdir. "Lût kavmi de peygamberleri yalanladı. Kardeşleri Lût onlara
şöyle demişti: (Allah'a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız? Bilin ki, ben size
gönderilmiş güvenilir bir elçiyim, Artık Allah'a karşı gelmekten sakının ve
bana itaat edin. Buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrimi
verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir." (Şuara26/!60-164). Hz. Lut
onların yaptıkları ahlaksız işleri eleştirmeden önce onları neye davet ettiğini
vurgulamış ve yanlışlıklarının hayata bakışlarından kaynaklandığını, kendisinin
Allah'a itaate ve bundan kaynaklanan resule bağlılığa çağırdığını belirtmiştir.
Medyen'in yanında Eyke halkını da ıslah etmek için
gönderilen Şuayb peygamber de ekonomik ya da siyasi anlamda herhangi bir çıkar
gözetmediğini şöyle ifade ediyor: "(Allah'a karşı gelmekten) sakınmaz mısınız?
Bilin ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim. Artık Allah'a karşı
gelmekten sakının ve bana itaat edin. Buna karşı sizden hiçbir ücret
istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan, ancak âlemlerin Rabbidir."(Şuara
26/177-180). Zemahşeri, Eyke halkının Medyen'in dışında İkinci bir topluluk
olduğunu Medyen halkından olan Şuayb'ın da bu nedenle Eyke halkının bir üyesi
olmadığından onların kardeşleri olarak isimlendirilmediğini söylüyor.6 Şuayb
peygamber bu topluluğun ekonomik adaletsizliği karşısında onları teraziyi doğru
tutmaya çağırırken kendi çıkarını gözetmiyor aksine onun dikkati çektiği konu
tüm toplumu ilgilendiriyor. Buraya kadar kronolojik olarak ele aldığımız
peygamberlerde gördük ki, toplumlar peygamberi mesajı yalanlamakta ancak resuller
karşılık beklemeksizin nebevi daveti sürdürmektedirler. Bunu yaparken de ilke
olarak sahip oldukları güvenilirlik sermayesini kullanmışlar ve ardından
Allah'tan sakınmaya ve kendilerine itaate çağırmışlardır. Ve nebevi davetin bir
çıkar gütmediğini ve beklenen mükafatın tebliğin götürüldüğü kimselerden değil
tebliğin sahibi olan Allah'tan beklendiğini belirtmişlerdir.
Kur'an-ı Kerim'in bu tarihi seyri vermesi Peygamber (s)
açısından umut vericidir. Zira o da kavmi tarafından benzer tepkilerle
karşılaşmış, daveti aynı misyona sahip olanların yaptığı gibi sürdürmüştür:
"İşte o peygamberler Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. Sen de onların
yoluna uy. De ki: Ben buna (peygamberlik görevime) karşılık sizden bir ücret
istemiyorum. Bu (Kuran) âlemler için ancak bir öğüttür." (Enam 6/90). Bu
seçilip kendilerine kitap, hüküm ve peygamberlik verilerek âlemlere üstün
tutulmuş olan iyilik severler ve salihler hidayete ermişlerdir. Şu halde ancak
onların hidayetine uymalı, geçmişten örnek olmak üzere bunların hepsinin
tuttukları iman tevhidi, doğruluk, dine bağlılık, fazilet ve cömertlik, kitap,
hikmet, peygamberlik, özetle hidayet yolunu tutmalı ve başkalarına bakmaksızın
bunlara uyup yüzünü ancak Allah'a çevirmelidir. Hiçbir şeyden korkmayarak ve
başkasından hiçbir şey beklemeyerek Allah'ın hükümlerini tebliğ etmeli ve onlar
gibi "Ben, bu tebliğ karşılığında sizden bir ücret, bir karşılık istemem,
o Kur'an başka bir şey değil, bütün akıl sahibi âlemlerine Allah tarafından bir
hatırlatma ve uyarıdır. Bu bir ferde, bir sınıfa veya bir kavme mahsus
değildir. Allah için herkese, muhtaç ve sorumlu oldukları şeyleri
hatırlatmaktır, genel bir rahmettir." demelidir.
Nebevi tebliğin karşılıksız olması onun dünyada hiçbir
karşılığının olmayacağı anlamında değildir. Peygamberler ve bağlıları dini
Allah'a has kılan söylem ve yaşamlarına karşılık bu dünyada toplumsal azaptan
kurtarılmışlardır. Hz. Süleyman kimseye nasib olmayacak nimetlere kavuşmuştur.
Hz. İbrahim döneminin kralının aksine tüm Kitab ehlince hala hayırla yad edilmektedir.
Hz. Yakub çok sevdiği oğlunu tekrar görebilmeyi ahirete saklamak zorunda
kalmamıştır. Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bu nedenle dünyevi anlamda ücretin
verilmesi konusunda bir örnek olarak Hz. Yusuf'un kazandığı ödülü biraz daha
ayrıntılı ele almak daha iyi olacaktır. Rabbimizin müminlere sunduğu dünyevi
imkanlar Allah'ın uygun gördüğü bir ücrettir aslında: "Ve böylece Yusuf'a
orada dilediği gibi hareket etmek üzere ülke içinde yetki verdik. Biz
dilediğimiz kimseye rahmetimizi eriştiririz. Ve güzel davrananların mükâfatını
zayi etmeyiz." (Yusuf 12/56). Burada görülüyor ki, Yusuf'un teklifine
Melik'in ne dediği açık seçik bildirilmemiş, sadece sonuç olarak "işte
böyle onu o ülkede yetkiyle donattık ve yerleştirdik" mealinde bir durum bildirilmiştir.
Fiilin doğrudan doğruya Allah'a İsnad edilmesi şunu ifade eder ki, Yusuf'u bu
şekilde iktidara getiren Melik değildir, Allah'tır.7 Allah bütün sebepleri
hazırlamış, Melik'i de ona memur kılmış ve onu da Yusuf için aracı kılmıştı.
O, Mısır'ın neresinde isterse orasında makam tutuyordu. Yani
ülkenin her yerinde sözü geçiyor, dediği yapılıyordu. Öyle bir emniyet ve
asayiş sağlamıştı, öyle bir sevgi ve itibar kazanmıştı, öyle büyük bir nüfuz ve
iktidara ulaşmıştı ki, bütün ülkeyi tasarrufu altına almış, şehirleri,
kasabaları, köyleri ve mezralarıyla bütün Mısır ülkesi sanki onun evinin
bahçesi haline gelmişti. Dilediği yerde ikamet ediyor ve hiçbir niza olmadan
işleri yürütüyordu, istediği işleri yaptırıyordu.
Allah, rahmeti dilediğine verir. Hiçbir şarta bağlı
olmayarak, sadece dilemesiyle istediğini dünyada veya ahirette veya her
ikisinde birden olağanüstü devletlere, nimetlere mazhar kılar. Binaenaleyh bu
öyle bir rahmânî rahmettir ki, kulun kazandığının hiçbir müdahalesi olmayarak,
sırf ilâhî takdirin bir zorlaması ve cilvesi ile meydana gelir. Yusuf her
şeyden önce işte böyle bir ilâhî rahmete mazhar idi. Ona verilen ilim ve
hikmet, nübüvvet ve muvaffakiyet işte böyle sırf vehbî olan bir rahmet eseri
idi. Bu sayede Allah onun ecrini zayi etmedi. Yani iyilik seven ve Allah için
işini güzel yapanların ücretini Allah verir. Hatta fazlasıyla ihsan eder. Yani,
şu akla gelmesin ki, dilediğine rahmetini bol bol gönderen Allah, acaba iyilik
yapanların haklarını, mükafatlarını ödeme konusunda da dilediği gibi tasarruf
mu edecektir? Hayır kimsenin, hele iyilik yapanların mükafatlarını öderken,
onların hakkını zayi etmeyecek. Böylece iyilik yapanlar biri ihsan hasleti,
öbürü de mükafat ve ecir hasleti olmak üzere ilâhî rahmetin her iki hasletinden
de yararlanacaklar. Ve şu halde ilâhî rahmet denilince "Doğrusu Allah'ın
rahmeti iyilik yapanlara yakındır" (A'raf 7/56) müjdesi söz konusudur.
İşte Yusuf'un ecrini, Allah zayi etmemiş, şanı ve şerefiyle onu zindanlardan
çıkarıp, böyle devletler üzerinde iktidar ve yetki sahibi yapmıştır.
Binaenaleyh böyle şey olur mu? Bu kadar büyük devlete ve nimete erilir mi,
dememelidir. Üstelik Yusuf gibi iyilik sahiplerine vaad olunan ve asıl hesaba
katılması gereken mükafat yalnızca bundan ibaret de değildir. Yani, böyle
lezzeti elemle karışık dünya devleti ve dünya hazineleri gibi haddizatında
sınırlı ve fani olan dünya ecrinden ibaret sanılmamalıdır.
Peygamber (s) döneminde de Rabbimiz onun hayırlı
çalışmalarının karşılığını dünyada vermiş, insanlar kitleler halinde İslam'a
girmişlerdir. Yusuf (as) gibi o da bulunduğu bölgede adaletle hükmetme imkanını
yakalamıştır. İnsanın dünyada yaptığı güzel işlerin karşılığını dünyada da
görmek istemesi gayet tabidir, Ancak dünyevi mükafat geçicidir. Bu yüzden
Rabbimiz ahiretteki ücretin bizler için daha hayırlı olduğu müjdesini verir;
"İman edip de (kötülüklerden) sakınanlar için ahiret mükâfatı daha
hayırlıdır." (Yusuf 12/57) Ve elbette ahiret ecri daha hayırlıdır. Yani,
dünya ecri ne kadar hayırlı olursa olsun, ahiret ecri, ahiret sevabı daha hayırlıdır.
Çünkü kalıcı, ebedî, zahmetsiz, halis ve katıksız hayırdır, Fakat iman edip,
takva yolunda gidenler için; yani, Allah'ı bir, Hz. Muhammed'i hak peygamber
olarak tanıyıp, dinin emir ve yasaklarına titizlikle uyan muhsinler için ahiret
sevabı elbette daha hayırlıdır. Şu halde ibret ehli, Yusuf'un dünyada nail
olduğu o geçici devlete ve nimete değil de asıl ahirette ereceği sonsuz ve
sınırsız mükafata imrenir. Sonuç, yapılan her işin bir karşılığı vardır. Ancak
dini Allah'a has kılarak yaşamak yani O'na ortak koşmaksızın Allah kul
ilişkisini vahyi doğrular yönünde şekillendirmek ve insanları buna davet etmek
ücretsizdir. Dinin tebliği ve pratiği karşılığında herhangi bir fayda temini
talep edilmez. Bu tarz, aynı zamanda dinde ihlasın da ölçüsüdür. Dinin toplumsal
etkinliğini artırma çabalarının karşılığı bu dünyada da elde edilebilir. Bu
konuda Resulullah (s.)'dan Abdullah Ibnu Amr İbnu'l-Âs şöyle bir nakilde
bulunur: "Resulullah (s.) buyurdular ki: "Allah yolunda cihada çıkıp
gazve yapan selamete erip ganimetle dönen her ordu ve her seriyye ahirette elde
edeceği mükâfatın üçte ikisine dünyada kavuşmuş olur. Hiçbir ganimet elde
edemeyen, korku geçiren ve musibetlere mâruz kalan her ordu ve her seriyye ise
(ahirette) tam ücrete erer."8 Yeryüzüne salih kulların varis olması, Hz.
Süleyman gibi nimetlere kavuşmak, Talut'un ordusu gibi az sayıda Müslümanın çok
sayıdaki kafirlere galip gelmeleri birer ücret olarak görülebilir. Ancak
tavsiye edilen dünyevi karşılık elde etmeye çalışmak değil ahirette verilecek nimetlere
kavuşmayı arzulamaktır.
Dipnotlar
1- Kutub, Seyyid, Fi'zilal-il Kur'an, Çev: Mehmet Yolcu ve
diğerleri, 10 cilt, İst., Dünya Yay., 1997, VII, 616
2- Havva, Said,'el-Esas fi't-tefsir, Çev: M. Beşir Eryarsoy,
16 cilt, İst., Şamil Yay., 1991, X, 302
3- Kutub, a.g.e., VI, 108
4- Zemahşeri, el-Keşşaf, 4 cilt, Beyrut,
Dar'ul-Kutub'il-İlmiye, 1995, III, 313
5- Sıddıki, Mazahruddin, Kur'an'da Tarih Kavramı, Çev:
Süleyman Kalkan, 3 bs., İst., Pınar Yay., s., 84
6- Zemahşeri, a.g.e., III, 322
7- Yazır, Elmalı'lı Hamdi, Hak Dini Kuran Dili, 10 cilt,
İst, Eser Neşr., 1979, IV, 2878-2879
8- Müslim İmaret 153, Ebu Dâvud; Cihâd 13, Nesâî,15, İbnu
Mâce, Cihâd 13