Cezayir: Daha Fazla Şiddet ve “Normallik”
David Porter
Dışarıdan bakıldığında, Cezayir’deki son feda eylemlerinin, Cezayir’in siyasi dinamiklerinde hiçbir şeyin değişmediğini teyid ettiğini söylemek mümkün. 11 Aralık’ta iki bomba yüklü kamyonla yapılan saldırıda 70 ya da daha fazla kişi hayatını kaybetti ve 200 kişi de yaralandı. Bunun neden olduğu korku, hükümetin “normalleşme” gayretinin ve önümüzdeki süreçte oluşacak “siyasetçi sınıfının” üzerine kâbus gibi çöktü.
Yaklaşık yirmi yıldır yani 1989-91 dönemindeki “demokratik” girişimin sonlarından bu yana, İslamcıların ayaklanmasından ve devletin zulmünden kaynaklanan terör dalgası sokaktaki Cezayirlinin peşini bırakmadı. Bunlar olurken banliyölerdeki sosyo-ekonomik şartlar radikal siyasal İslâm’dan kaynaklanan şiddeti beslemeye devam etti.
Cezayir’in askeri rejimi görünüşte ülkenin büyük kısmında kontrolü ele geçirirken, (İslâmî Selamet Cephesi (AIS) ve Silahlı Müslüman Gruplar (GIA)’ın etkin olduğu “kara dönem” denen 1990’lardaki radikal İslâmcı ayaklanmaların yol açtığ şiddete karşı), kendi işkence, katliam ve adam kaçırma tarzını oluşturdu. 1995’te çıkarılan af, AIS’in 1997’de ilan ettiği ateşkes, 2000’in Ocak ayında “Sivil Sözleşme” adlı devleti affı ve 2006 Martı’nda ilan edilen “Milli Uzlaşma Paktı” yani bunların hepsi, İslâmcı şiddeti azalttı. Bu azalmada çoğu gerillanın ceza almaksızın sivil hayata dönüşüne izin verilmesi de etkili oldu. Bu silahlı kişiler, eylemlerinden dolayı sivil mağdurlardan haklarında önemli bir şikayet olmayan kişilerdi. Aynı zamanda Pakt, tüm askeri güçleri ve emniyet kuvvetlerini de sorumluluktan kurtarıyordu. Bu durumdan 200 bin ölü ve binlerce “kayıp”a neden olan 1990 iç savaşında rolü olduğu belgeli yargı üyeleri de faydalandı.
Rejim ve medyanın verdiği bilgilere göre affa ve silah bırakmaya ilgi göstermeyen küçük bir Müslüman grup, düşük yoğunluklu kır gerilla savaşını sürdürmek için GSPC (Tebliğ ve Cihad adlı Selefi Grup) çatısı altında bir araya geldi. Bu grup 2006’nın sonlarına doğru Bin Ladin ve Zevahiri şebekesine intisap etti ve birkaç ay sonra kendisini “Müslüman Mağrip’te el Kaide” (Kuzey Afrika) (AQMI) olarak isimlendirdi. Ordunun üst düzey örgüt üyelerine tuzak kurma, onları yakalama veya öldürme konusundaki bariz başarısına rağmen, genç örgüt üyeleri safları doldurmaya devam etti. Bu durum geçtiğimiz birkaç ay içinde feda eylemcilerin çoğunun yaş ortalamasında kendini gösterdi.
Cezayir hükümet merkezine Nisan ve cumhurbaşkanlığı motorsiklet yarışı için toplanan bir kalabalığa Eylül ayında saldırılar düzenlendi. Bunlara benzer şekilde, 11 Aralık’ta resmi Birleşmiş Milletler (BM) bürosuna ve Cezayir Anayasa Mahkemesine yapılan saldırının da önemli bir simgesel mesajı vardı. Hepsi gözle görülür bir yıkım ve ölüm çanlarıyla AQMI’nin devam eden varlığına işaret ediyordu hem de son aylardaki kamuya mal olmuş ve görünüşte başarılı engellemelere rağmen. İki Aralık ayı saldırısndan birisi “Batı’nın varlığı”nı gösteren bir mekânı (BM bürosunu) vurdu. Böylece de “yabancı gayr-ı Müslimlere” de hoş gelmediniz mesajı verilmiş ve Cezayir’in imajı ihya edilmiş oldu. “Üsame b. Ladin’in ve AQMI’nin sözlerini iyi dinlemeleri için ülkemizi sömüren ve tabii kaynaklarımızı kemiren haçlılara bir hatırlatmada bulunma” şeklindeki AQMI’nin web mesajı, bu eylemi olumluyordu: “Feda eylemleri topraklarımız kurtarılmadığı, İslâm’a yönelik sürdürdüğünüz savaşlar son bulmadığı ve ülkemizdeki hainlere ve mürtedlere yardımınız devam ettiği sürece son bulmayacak.”
Saldırının tarihi olarak dikkatli bir seçim yapılmıştı. Seçilen gün, 1960 yılında, baskı altındaki Müslüman halkın beklenmeyen bir şekilde kitlesel olarak Cezayir Casbah’tan Fransız kasabasına doğru ulusal bağımsızlık taraftarı kontrol edilemez gösterisinin yıldönümü denk geliyordu (“Cezayir Savaşı” adlı filmdeki unutulmaz sahne.).
Saldırıların alternatif ve görünüşte makul yorumu, on yıllık Cezayir İnsan Hakları İzleme Komitesi (Algeria Watch) ile rejimin sol eleştirmenlerinden geldi. Söz konusu komite (zengin web sitesiyle) rejimin tüm yönleri hakkında önemli, detaylı ve güncel bir kaynaktır. Yazarları arasında bulunan François Gèze Paris’teki “La Découverte” adlı saygın yayınevinin (Bu yayınevi “The Dirty War,” adlı eski bir Cezayirli subayın bu türden cürümlerine dair kayıtları yayınladı.) müdürüdür. Selime Mellah ise Cezayirli bir gazeteci ve Gèze’ye birkaç makalede katkıda bulunan bir yazardır. Dobra dobra konuşacak olursak, 1990’lardaki rejimin gizli şiddeti ve manipülasyonu konusundaki analizlerinde, Gèze ve Mellah o zamanki durumun bugün de sürdüğünü iddia eder. Bu ikisinin, Cezayir İnsan Hakları İzleme Komitesi için iki ay önce kaleme aldıkları makalede Tebliğ ve Cihad hareketinin web sayfasına, haberlere ve kendi analizlerine dayanarak şöyle diyorlar: 10 yıldır Tebliğ ve Cihad hareketi yok sayılan bir toplumun kötü sosyal şartlarından olumsuz etkilenen genç Cezayirlileri saflarına katmaktan memnun. Liderleri genellikle askeri istihbaratn (DRS) ajanları ya da piyonlarıdır. Bu kimseler bir şiddet ve terör stratejisi uygulumaktan sorumludur. Bu, gücü ele geçirmek için ellerinden ne gelirse yapan karanlık karar mekanizmalarının ve kendileriyle aynı düşünen zenginlerin menfaatlerine hizmet etmektedir.
Bu açıdan, iki yazar da Tebliğ ve Cihad’ın/el Kaide’nin 2007’deki ilk bombalı eyleminin cumhurbaşkanı Abdülaziz Buteflika çevresinde oluşan çekim merkezine meydan okumak için istihbarat (DRS) şefi Muhammed Tevfik Medyen çevresinde oluşan iki büyük askeri grubun ya da kabilenin birisinin girişimi olduğu kanaatinde. “Tevfik’in kabilesi” diyor yazarlarımız, büyük Amerikan ordusuyla ve yatırım menfaatleriyle ve Amerika’nın “terörle mücadele” stratejisiyle uyum içindedir. Buteflika etrafında halelenmiş generallerin kabileleri 2006’da başlayan hükümetin Amerikan yatırım, ticaret ve askeri desteğinden Fransız ve Ruslarınkine yönelişine destek vermektedir. Bu şekilde Tebliğ ve Cihad’ın/el Kaide’nin potansiyeli de hafife alınmış olmaktadır (Bu değişime destek vermek için, Rus askeri istihbaratı Amerika’dan satın alınan karmaşık iletişim sistemini kullanan Cezayir askeri istihbaratını takip etmek isteyen Amerikan gayretkeşliğine karşı Cezayir hükümetine uyarıda bulundu.)
İki tarafın/büyük kabilenin payına düşen, rüşvet aracılığıyla elde edilen daha fazla güç ve servettir. Bu doğrultuda, Aralık ayındaki bombalı eylemler, -rakipleri Tebliğ ve Cihad hareketinden gelecek gerçek bir tehdit kadar uluslararası el Kaide şebekesiyle bölgesel bağlantılarıyla meşgul olmaya devam etsin- Tevfik kabilesi tarafından yapılmış gelecekteki bir şiddet dalgasına dair bir uyarı olabilir. Askerî kabile rekabeti rejimin uzun dönemli gerçeği olarak tanımlanmaktadır. Ne var ki, muhteşem manipülasyonun bu seviyesi ve türünü tasdik etmek zor ve Cezayir’deki gazeteler bu konuya doğrudan giremez ve manipülasyonun devam etmesini ümit eder.
Basın, son feda eylemlerinin daha kuvvetli ya da zayıf bir örgütlenmeyi temsil edip etmediği konusunda bölünmüş durumda. Geçtiğimiz yıl hükümetin baskılarına rağmen, AQMI Cezayir’in fakir semtlerinde tekrar örgütlenmeye başladı. Bu örgüt görünüşte ideolojik olarak daha arınmış bir durumdadır. 2004’ten beri genel başkan (emir) Abdülmelik Drukdel (takma adı Ebu Musab Abdülvedud), 35 yaşında patlayıcılar konusunda uzmanlaşan üniversite mezunu ve 90’larda GIA gazilerinden. O ve yakın siyasi müsteşarı Şeyh Abdünnecar öyle görünüyor ki, daha genelde Bin Ladin/el Kaide’nin eylem biçiminin kuvvetli partizanlarıdır. Emirin askerî müsteşarı Temmuz ayından beri Ahmed Cebrî’dir. Kendisi kimya mühendisi ve şu anda da ek olarak bomba uzmanıdır. Bir güç gösterisi olarak son eylemler en iyi sonuç alacak şekilde ayarlanmış ve ayrıntılı bir web sayfasıyla tanıtımı yapılmıştır ve örgüt el Kaide etiketiyle eleman toplamaktadır (Bazıları AQMI üyeliğinin 1000’e ulaştığını söylemektedir.)
Aynı zamanda bazı medya mensupları saldırıları bir zaaf, hayatta kalma konusunda yetersizlik ve kır gerilla faaliyetiyle büyüme işareti olarak görmektedir. Ayrıca, azalan fonlar ve destekler kadar şu sıralar içsel arınma (liderlik mücadelesi ve el Kaide’ye biat etme ve feda eylemleri konusundaki tartışmalar nedeniyle) da AQMI’yi birkaç kişiyle gerekleştirilen kamuoyu oluşturmada “yüksek etkiye sahip” eylemler yapmaya mecbur kılmış olabilir. Son saldırılardan sadece üç hafta önce bazıları AQMI’nin kendi kendini yok etmenin eşiğinde olduğunu söylüyordu. Çünkü örgütün üst düzey liderlerinden birçoğu son zamanlarda örgütü terk etmiş (ve itirafçı olmuş) ya da tutuklanmştır. Böylece de örgüt ciddi bir tehilke içine girmiş, panik yaşamış ve iç güvenlik sorunu yaşamaya başlamıştır. Gerçekte, şu anda uluslararası el Kaide imajını kullanarak yeni elemanlar bulmak zorundadır. Radikal İslâmcılığı benimsemiş Cezayirlilerin azalmış durumdaki desteğini artırmak için Filistin ve Irak direnişini de gündemde tutmaktadırlar (Cezayir hükümet kaynakları 2004’ün sonunda 380 Cezayirlinin Irak’ta ya da Irak sınırında Amerika karşıtı direnişe katılmak için bölgeye gittiğini tahmin etmektedir. Görüşüne bakılırsa birçok kimse webdeki silahlı eylem görüntülerinden etkilenmektedir). Cezayir’deki ulusal ve uluslararsı simgelere yönelik eşzamanlı saldırılar medyaya, AQMI’nin hedef seçimine ve el Kaide’nin bölgesel gruplarla ilişkilerindeki süregelen gerilim konusundaki kararsızlığına dair malzeme vermektedir.
Tabii ki,  Gèze-Selime yorumu doğruysa “güçlülük”, “ideolojik çizgi”, GSPC’nin “taktikleri” Bin Ladin ya da Zevahiri tarafından desteklensin ya da desteklenmesin silahlı İslâmî grupların değil büsbütün istihbarat teşkilatının (DRS) icraatleridir. Cezayirli gençler hâlâ çok ya da az sayıda üye olarak örgüte yazılıyor olabilir. Ya da George Orwel’in bahsettiği türden daha karmaşık bir manipülasyonun piyonu olabilirler.
1990’larda olduğu gibi, bu en son İslâmcı saldırı hükümet tarafından daha fazla kamuoyu desteği elde etmek için her halukarda kullanılacaktır. Cezayir banliyölerinin büyük çoğunluğu şiddet yanlısı radikal İslâmcılığa sempati duymamakta ve bombalamalardan, sivillerin rastgele öldürülmelerinden dehşete düşmektedir. Bununla birlikte onlar böylesine bir şiddetten güvende olmayı arzularlarken, banliyö aktivizmine (Yani anlamlı siyasi kararlar alma, gösteriler, bağımsız ticari sendikal faaliyetler ya da diğer toplumsal organizasyon şekilleri. Geçtiğimiz mayıs ayında yapılan Millet Meclisi seçimlerinde seçmenlerin %75-80’i oy kullanmadı ve bu mevct askerî/teknokrat rejimin reddi olarak yorumlandı.) hiç imkân tanımayan bir rejime pek az ilgi duymaktadırlar. Cumhurbaşkanı Buteflika, bağımsızlık savaşından bu yana hâkim askeri yapıya yakın bir sivildir ve ikinci beş yıllık cumhurbaşkanlığının sonu yaklaşmış durumdadır. Askerî rejme karşı “sivil bir yüz” olarak kabul edilişi dikkate alınırsa, birçok Cezayirli gözlemci anayasal bir değişiklik sürecinin yakın bir gelecekte gündeme gelmesi beklentisi içindedir. Böyle bir gelişme Buteflika’nın 2009 yılnıda tekrar iktidar olmasına imkan sağlayacaktır (Yine AQMI’nin son yaptığı saldırıların ikinci hedefinin böyle bir değişikliği onaylayacak Anayasa Konseyi’ne yönelik olmasının simgesel önemi gözden uzak tutulmamalıdır.)
Anlamlı bir siyasal ifade hürriyetinin olmayışına, devam eden rejim içindeki yolsuzluklara (özellikle petrol ve petrol ürünlerindeki yüksek fiyata olan kızgınlık) temel ihtiyaç maddelerindeki fiyat enflasyonuna ve süregiden eve ve işe sahip olma imkânlarının azalmasına (resmi rakamlara göre %12 ama özellikle gençler arsında %40’larda) olan öfke radikal İslâmcı yeni örgüt üyeleri için zengin bir ortam hazırlamaktadır. Tüm bu şartlara ek olarak GSPC/AQMI’nin şiddeti ve rejimin onu durdurmadaki isteksizliği ya da beceriksizliği Cezayir’de halkın büyük çoğunluğunu tükenmiş hale getirmekte ve siyasi, ekonomik ya da sosyal açıdan rahatlama konusunda umutsuzluğa itmektedir.
Birkaç gün önce, bir radyo istasyonu bir günlüğüne dinleyicilere saldırılara tepkilerini ortaya koysunlar diye “mikrofonu” uzattı. Dinleyiciler şiddeti reddeden ifadeler kullandı ve hükümetin silahlı İslâmcı şebekelerin kökünü kurutma konusundaki başarısızlıklarına yönelik sert eleştiriler getirdi. Özellikle 11 Aralık eylemlerinden birisinin feda eylemcileri isyancı maquilerden* (*II. Dünya Savaşı’ndaki Fransız direniş örgütü) uzun süre direniş göstermiş bir savaşçıydı ve diğeri de şebekeye ağrı kesici ilaçlar tedarik eden genç biriydi. Daha sonraları (Pakt gereği) 2006 yılında hapisten çıktı.
Bu bakışaçısıyla, silahlı fanatiklerle “uzlaşmak” imkânsızdır. Özellikle bu tür eylemciler kendilerini görkemli şiddet şebekesi Bin Ladin/Zevahiri ile aynı çizgide görmektedirler. the Algiers daily Liberté gazetesinin başyazarı Said: “Bu terörist mesaj alınıyor. Net bir şekilde. Zalimce. Terörizmi cinayetin dışında görme konusunda duyarsız mı olduk? Af yok. Uzlaşma yok. Kaçamak yok. Ve özellikle bu feda eylemcilerini bizi birer sinek gibi öldürmeye iten sosyal acıları da tartışmaya gerek yok.” Aynı zamanda diğerleri, hükümetin uzlaşma politikasını ve asi militanları etkisiz kılmadaki başısızlığını, “halkın rejime en azından pasif düzeyde boyun eğmesini garanti altına almak için” gerekli korku ve güvensizliği bilinçli bir şekilde sürdürme gayreti olarak görmektedir.
Eleştirmenler Cezayir rejimi ve taraftarlarını, nesnel işbirliği, şiddet yanlısı radikal İslâmcılığa karşı yumuşaklık hatta kontrol ve manipülasyon içinde oldukları iddilarıyla kınamaktadır. Onların eleştirileri 90’lı yıllarda gizli askeri kışkırtmalarla işlenmiş katliam ve adam kaçırmalar konusundaki “Kim kimi öldürdü?” suçlamalarına benzemektedir. Ama hükümetin mevcut öfkeye en büyük tepkisi, bilinen yüzeysel hiddet, kendini tenzih etme ve problemi küçümseme teşebbüsüdür. Böylece başbakan Abdülaziz Bilhadim ve içişleri bakanı Nureddin Yezid Zerhuni hastanelerden ve arama kurtarma timlerinden bilgi alan gazetecilerin belirttiğinin yarısından daha az ölümlerin olduğunu resmen açıkladı. Önceki başbakan Ahmed Yahya, birkaç yıl önceki benzer bir saldırıda hükümetin rakamları saptırdığını kabul etse de Bilhadim rakamları “yanlış bir şekilde” abartanları eleştirdi. 2007 yılı boyunca hükümet GSPC/AQMI’nin hemen hemen ortadan kaldırıldığını telaffuz edip durdu. Son saldırıların ardından emniyet müdürü hâlâ Cezayirlilerin huzur içinde uyuyabileceklerinin garantisini vermekle meşguldü. Bilhadim tekrar tekrar Uzlaşma Paktının önemine hatta affın kapsamının genişletilmesi imkanlarına vurgu yapsa da, Zerhuni kolayca yapılabilen terör eylemlerinden korunabilmek için iktidarın yapabileceği pek az şey olduğunu ifade ediyordu.
Bu arada, Buteflika sessiz kaldı çünkü saldırıların çoğunun ardından görünüşte tehdidi küçümsediğini göstermek istiyordu ve o, halkın onun son sekiz yıla damgasını vuran liderliğinin merkezinde yer alan uzlaşma politikasını ikinci defa gözden geçirme talebinde bulunmasını engellemek zorundaydı. Buteflika bir defasında politikasının önemine dikkati çekmek için Cezayirlileri “pişman olan militanların ve İslâmcıların hassasiyetleri ve onuruna zarar vermekten” uzak durmaya davet etti. Bununla birlikte, Yahya’nın işaret ettiği gibi, 2006’da Barış ve Uzlaşma Sözleşmesi uygulamaya konulduğunda terörizm temelde bitmiş görünüyordu. Bu sayede Buteflika’nın rejimini popüler kılmak için siyaseti kullanmasına alaycı simgesel bir destek verilmiş de oluyordu.
Hükümet ve “siyasetçi sınıfı” halka, boğucu silahlı radikal İslâmcılığa karşı dikkatli olması uyarısında bulunuyordu. Ama rejim daha genelde banliyölerin (ya da “sivil toplum”un) siyasi katılımına dair yasak konusunda bir değişiklik yapmıyordu. İktidarın 80’lerdeki çoğulcu siyasi faaliyetlere açık kapı bırakması kamuoyunda büyük takdir toplamıştı. Ama volkanik sosyal baskılar aniden patladı, siyasal İslâmcı dalgasının yükselmesi ve rejime meydan okuması rejimi sarstı ve tekelci yapısını tehdit etti. 90’lardaki savaşta İslâmcıların baskısı, etkisi günümüze kadar ulaşan güçsüz bir siyasi çoğulculuk çehresiyle rejimi önceki seçkinci tahakkümüne geri döndürdü.
Geçtiğimiz 15 yıl içindeki şiddet olaylarının ardından hakiki bir “Ulusal Hakikat ve Uzlaşı Paktı” mağdur olanları, onların ailelerini, örgütlerini, Cezayirli insan hakları gruplarını ve Cezayir toplumunun geniş sosyal ve siyasi çıkarlarını kapsamak zorundaydı. Ama "Cezayir İnsan Hakları İzleme Komitesi” Cezayir’de olduğu gibi şiddet olaylarının çoğundan devlet sorumluyken, “geçiş dönemi adaleti”nin asla başarılı olamadığına işaret etmektedir. Buna Raunda, Güney Afrika, Şili ya da başka bir yeri örnek vermek mümkündür.  Ek olarak, tam bir “hakikat ve uzlaşma” politikası, 1960’tan bu yana rüşvet ve yolsuzluk batağındaki otoriter Cezayir rejiminin sömürüsünden milyonlarca kişiyi kurtarabilmek için, yolsuzlukları açığa çıkarmak ve adaleti göz ardı etmemek zorundadır.
David Porter Cezayir’deki 40 yıl önce işçi iktidarı ve aynı zamanda cumhurbaşkanı Ahmet b. Bella’ya yapılan askeri darbeyi araştırdı ve tabii ki, “Cezayir Savaşı” filmini. O SUNY/Empire State College siyaset bilimleri (emekli) profesörü ve Vision on Fire’ın editörüdür.
Çev: Murat Kayacan
Bu çeviri http://www.haksozhaber.net/news_detail.php?id=11298 linkinden de okunabilir.

ZNet | Mideast
Algeria: More Violence and “Normality”
by David Porter; December 20, 2007
 In spectacular fashion, the latest suicide attacks in Algiers confirm that nothing basic has changed in the political dynamics of Algeria. The immediate horror of apparently 70 or more deaths and 200 wounded in two truck bomb attacks on December 11th was smothered by the “normalization” response of the government and the establishment “political class” in the days which followed.
 For nearly two decades, since the end of the brief “democratic” opening of 1989-91 and the Islamist insurgency and state repression which followed, ordinary Algerians have endured waves of terror attacks, while disastrous socio-economic conditions at the grassroots continue to feed violent emotions of those attracted to radical political Islamism.
 While Algeria’s military regime seemingly suppressed, for the most part, the AIS (Islamic Salvation Army) and GIA (Armed Islamic Groups) radical Islamist insurgencies in the 1990s “black decade,” it added its own dimension of torture, massacres and kidnapping to the violence of the insurgents. A Rahma law (unilateral pardon) in 1995, an AIS cease-fire in 1997, an eventual “Civil Compact” state amnesty in January 2000 and an expanded “National Reconciliation Pact” in March 2006 all reduced Islamist violence as well by permitting re-entry of most guerrillas into civilian life without penalty and without significant recourse by civilian victims of their actions. Importantly, at the same time, the pact removed all military and police forces from accountability as well—judicially and even in terms of critical public comment—despite their own documented contribution to the civil war of the 1990s, which produced as many 200,000 deaths and thousands of “disappeared.”
 According to the standard account of the regime and media, a small remainder of Islamic insurgents, unreconciled to pardons and demobilization, gathered in the GSPC (the Salifist Group for Preaching and Combat) to carry on a reduced-scale rural guerrilla war. The GSPC in late 2006 announced “affiliation” with the bin Laden/Zawahiri network and several months later re-named itself as “Al-Qaeda in the Islamic Maghreb” (North Africa) (AQMI). Despite the military’s apparent significant success this year in luring, capturing or killing important leaders of the organization, younger recruits continue to replenish its ranks, as seen in the age of almost all of the suicide-bombers of the past few months.
 The Algiers December 11th attacks on a local UN office and the Algerian Constitutional Council/Supreme Court complex, like a similar April attack on the Algiers government center and a September attack on a crowd gathered for a presidential motorcade, had a significant symbolic message. All of them stated, through spectacular destruction and death tolls, the continued presence of AQMI, despite recent months of well-publicized and apparently-successful repression. One of the two December attacks struck an important “Western presence” (the UN office), thereby reviving the image of Algeria as unwelcome to “foreign infidels.” The AQMI’s subsequent web message justified this action “to remind the crusaders, who colonized our country and the spoils of our resources, to listen well to the demands and speeches of Osama bin Laden. . . . [The suicide bombings will continue] as long as our lands are not liberated, the wars that you lead against Islam are not ended and the aid that you bring to the traitors and renegades of our blood continues.”
 Shocking as well, the very date chosen commemorates the day in 1960 when a militarily-repressed Muslim population unexpectedly descended en masse from the Algiers Casbah into the French downtown in an uncontrollable demonstration of support for the cause of national independence (an unforgettable climactic scene in the “Battle of Algiers” film).
 A wholly alternative and apparently credible interpretation of the attacks came from left critics of the regime with the ten-year old “Algeria Watch” organization, an important public resource (with an ample web site) of detailed and up-to-date information about all aspects of the regime. Among its contributing writers are François Gèze, director of the well-respected leftist “La Découverte” publishing house in Paris, and Salima Mellah, an Algerian journalist and Gèze’s collaborator in various earlier articles. Previously forthright in their analysis of the regime’s own hidden violence and manipulations in the 1990s (“La Découverte” published “The Dirty War,” a personal account of such activities by a former Algerian army officer), Gèze and Mellah contend that the same pattern persists to the present. In their article two months ago for “Algeria Watch,” relying on data from the GSPC web site, news articles and their own analysis, they:
  affirm with certainty that if, for nearly ten years, the GSPC welcomes to its ranks    young Algerians desperate from the poor social conditions of a disinherited society,   its chiefs are essentially agents or peons of the military security service [DRS}    responsible for putting into effect a strategy of violence and terror serving the    interests of the shadowy decision-makers who stop at nothing to retain power and the   riches that it allows them to appropriate for themselves.
From this perspective, they state that earlier GSPC/AQMI bombings in 2007 appear to have signaled the effort of one of the two main ruling military factions or clans centered on DRS chief Mohammed Tewfik Médiène to challenge the power of the other centered around President Abdelaziz Bouteflika. The “Tewfik clan,” say the authors, has been aligned with major U.S. military and investment interests and Washington’s preoccupation with supervising the worldwide “war on terror.” The clan of generals allied by convenience around Bouteflika supports the government’s switch, beginning in 2006, from U.S. to French and Russian investment, trade and military supplies, thus also downplaying the potential of the GSPC/AQMI. (Encouraging this change, Russian military intelligence supposedly warned the Algerian government of American intent to monitor Algerian military messages using the sophisticated communication systems recently purchased by the army from the U.S.)
 The stakes on each side are greater power and greater wealth through corruption. In this light, the December bombings would be a warning, by the Tewfik clan, of future escalation to come, while their rivals would be interested in playing down local connections with the Al-Qaida international network as well as any real threat from the GSPC itself. Needless to say, while military clan competition is well-recognized as a long-time reality of the regime, this level and type of violent spectacular manipulation is difficult to verify and newspapers within Algeria could not touch it directly and hope to survive.
 Standard media opinions are split on whether the recent suicide bombings represent a stronger or weaker organization. Despite government repression over the past year, AQMI has begun to organize again in the poorest neighborhoods of Algiers. It has also become apparently more “purified” ideologically through purges and defections. The overall “emir” (since 2004) is Abdelmalek Droukdel (alias Abu Musab Abdelwadoud), a 35-year old university graduate specializing in explosives and a veteran of the GIA of the 90s. He and his close political advisor Cheik Abdenacer are seemingly strong partisans of the bin Laden/Al-Qaeda model of activism more generally. The emir’s military advisor since July is Ahmed Djebri, a past chemical engineer with the state chemical industry and now bomb expert as well. A sign of apparent strength is that the recent actions were well-orchestrated and well-publicized through a sophisticated web site and potentially gained more publicity and recruiting potential through linkage to the Al-Qaeda label. (Some say that AQMI membership is already back up to about 1000.)
 At the same time, some in the media saw the attacks as a sign of weakness, a reduced ability to survive and grow through rural guerrilla activity. Also, internal purges (because of leadership rivalries and disputes over Al-Qaeda affiliation and suicide attacks), as well as diminished funds and supplies now may have forced AQMI to carry out only “high publicity” activities relying on only a few. Just three weeks before the latest attacks, some speculated that AQMI was on the verge of self-destruction since so many top leaders had recently defected (and become informers) or been arrested, thus seriously jeopardizing, to the point of panic, the internal security of the organization itself. In effect, it may be forced now to rely greatly for new recruitment on the international Al-Qaeda image, with references also to Palestinian and Iraqi resistance, precisely to compensate for reduced domestic Algerian support even among those attracted to radical Islamic ideology. (Algerian government sources estimated that about 380 Algerians were in Iraq or at its borders to participate in anti-American resistance at the end of 2004. Many were apparently attracted by images of armed action on the web.) The simultaneous attacks on both national and international symbols in Algeria suggest to the media AQMI’s ambiguity in target priorities and a continuing tension in Al-Qaeda relations with local-based groups generally.
 Of course, if the Gèze-Salima interpretation is correct, the “strength,” “ideological line,” and “tactics” of the GSPC are largely functions of the DRS rather than those of autonomous armed radical Islamists supported or not by bin Laden and Zawahiri. While Algerian youth might still be recruited in greater or lesser numbers, they would become pawns of a more complex Orwellian manipulation than most media observers would acknowledge, let alone express.
 In any case, as during the 1990s, this latest Islamist spectacular attack will be used by the government to seek further tacit popular support. The vast majority of grassroots Algerians are unsympathetic to violent radical Islamism and are again horrified by the bombings and random victimization of civilians. But they are also by now quite exhausted. While wanting security from such violence, they have little enthusiasm for a regime which leaves virtually no room for grassroots activism—in meaningful political decision-making, demonstrations, independent trade union activity, or other forms of community organizing. Elections for the national assembly last May produced an abstention rate of some 70-85% of voters—a widely-interpreted sign of rejection of the present military/technocratic regime. President Bouteflika, a civilian close to the dominant military leadership since the war of independence, soon faces the end of his second five-year term. Given his continued acceptance as a “civilian face” to the military regime, many Algerian observers expect a constitutional amendment process to be pushed through in the near future to allow Bouteflika to run again for that office in 2009. (Again, symbolically important, the second target of the recent AQMI attacks was the Constitutional Council which must approve such a change.)
 Anger at the impossibility of meaningful political expression, at the continued corruption of the regime (especially galling with the huge current windfall of high-priced gas and oil exports), at price inflation for basic goods, and at the continued deterioration of housing and employment (officially at 12% but more likely 40% or higher, especially among younger adults) provides a fertile bed for continued radical Islamist recruitment. All of these conditions, plus anger at GSPC/AQMI’s violence and the regime’s unwillingness or inability to stop it, leave the vast majority in Algeria exhausted and dismally unhopeful for any political, economic or social relief.
 Several days ago, when a radio station provided a one-day “open mike” for listeners to respond to the attacks, unanimous denunciations of violence were accompanied by sharp critiques of the government’s failure to finally eradicate the armed radical Islamist network. Especially upsetting was the fact that one of the two December 11th suicide-bombers was a long-time irreconcilable veteran of the insurgent maquis (thus unmoved by the reconciliation pact) and the other a young male convicted of supplying painkiller drugs to the network, then released (because of the pact) from prison in 2006. By this perspective, it is impossible to “reconcile” with armed  zealots, especially now that such activists have aligned themselves with the bin Laden/Zawahiri network of spectacular violence. Said an editorial in the Algiers daily Liberté, “This terrorist message is heard. Clearly. Brutally. Have we become deaf in suggesting that terrorism is other than crime? No pardons. No reconciliation. No equivocations. And especially no debate on the social distress which pushes these suicide-bombers to kill us like flys.” At the same time, others see the government’s reliance on the reconciliation policy and its failure to repress militant holdouts as a conscious effort to maintain enough popular fear and insecurity to assure at least passive acquiescence to the regime, despite its overall unpopularity.
 For the Algerian regime and its supporters, critics’ claims of objective collaboration with, softness toward or even control and manipulation of violent radical Islamism are denounced as irresponsibly  repeating the “Who Killed Who?” accusations in the 90s against undercover military-instigated massacres and kidnappings.  But the main public reactions of the government to the present outrage are its usual surface anger, fatalistic aloofness and attempts to minimize the problem. Thus, Prime Minister Abdelaziz Belkhadem and Minister of Interior Nourredine Yazid Zerhouni officially proclaimed less than half the number of fatalities cited by journalists who researched among hospitals and rescue workers. Belkhadem criticized those who “falsely” exaggerated the figures, though an ex-prime minister, Ahmed Ouyahia, admitted government falsification of numbers downward for a similar attack several years earlier. While throughout 2007 the government had pronounced that the GSPC/AQMI was almost eliminated, after the recent attacks, the national police chief still assured Algerians that they could now sleep at peace. Zerhouni also suggested that there was little the government could do to protect against easy acts of terrorism, while Belkhadem again stressed the importance of the reconciliation pact and even the potential extension of an amnesty deadline.
 Meanwhile, Bouteflika remained silent, as he has after most of the other attacks, thus apparently to demonstrate minimization of the threat and to discourage public second-guessing of his reconciliation policy, the central hallmark of his leadership over the past 8 years. To underline its importance, on one occasion Bouteflika even urged Algerians to avoid “bruising or wounding the sensitivities and dignity of the repentant militants and Islamists.” But, as Ouyahia just pointed out, by the time the peace and reconciliation charter was put into place in 2006, terrorism seemed essentially finished—thus suggesting Bouteflika’s use of this policy more as a cynical symbolic prop for popularizing his regime.
 While the government and “political class” tell the public itself to be vigilant in stifling armed radical Islamism, the regime remains intransigent in its ban on meaningful grassroots political participation (or “civil society”) more generally. The government’s brief open doors to pluralistic political activism in the late 80s gained significant public approval. But with volcanic social pressures suddenly set loose, the rise and challenge by a massive tide of political Islamist support overwhelmed the regime and threatened its monopolistic control. The repression of Islamists in the civil war of the 90s returned the regime to its previous exclusivist domination with only an impotent façade of political pluralism, a pattern continued to the present.
 A genuine “national truth and reconciliation” pact after the violence of the past fifteen years  would have to include victims and their families, their organizations, Algerian human rights groups and a broad spectrum of social and political interests across Algerian society. But as “Algeria Watch” points out, “transitional justice” of this sort has never succeeded in Rwanda, South Africa, Chile, or elsewhere while the state regime responsible for much of the violence remained in power as in Algeria. Additionally, a full “truth and reconciliation” policy would have to involve revelations and justice concerning the exploitation of millions by the corrupt, authoritarian Algerian regime since the 1960s. No one sees that on the near horizon.

David Porter researched the large workers’ self-management experiment in Algeria forty years ago at the same time as the military coup against President Ahmed Ben Bella and the filming there of the « Battle of Algiers. » He is a political science emeritus professor of SUNY/Empire State College and the editor of Vision on Fire: Emma Goldman on the Spanish Revolution (rev. ed., AK Press, 2006).