Cezayir: Daha Fazla Şiddet ve “Normallik”
Cezayir: Daha Fazla Şiddet ve “Normallik”
David Porter
Dışarıdan
bakıldığında, Cezayir’deki son feda eylemlerinin, Cezayir’in siyasi
dinamiklerinde hiçbir şeyin değişmediğini teyid ettiğini söylemek mümkün. 11
Aralık’ta iki bomba yüklü kamyonla yapılan saldırıda 70 ya da daha fazla kişi
hayatını kaybetti ve 200 kişi de yaralandı. Bunun neden olduğu korku,
hükümetin “normalleşme” gayretinin ve önümüzdeki süreçte oluşacak “siyasetçi
sınıfının” üzerine kâbus gibi çöktü.
Yaklaşık
yirmi yıldır yani 1989-91 dönemindeki “demokratik” girişimin sonlarından bu
yana, İslamcıların ayaklanmasından ve devletin zulmünden kaynaklanan terör
dalgası sokaktaki Cezayirlinin peşini bırakmadı. Bunlar olurken
banliyölerdeki sosyo-ekonomik şartlar radikal siyasal İslâm’dan kaynaklanan
şiddeti beslemeye devam etti.
Cezayir’in
askeri rejimi görünüşte ülkenin büyük kısmında kontrolü ele geçirirken,
(İslâmî Selamet Cephesi (AIS) ve Silahlı Müslüman Gruplar (GIA)’ın etkin
olduğu “kara dönem” denen 1990’lardaki radikal İslâmcı ayaklanmaların yol
açtığ şiddete karşı), kendi işkence, katliam ve adam kaçırma tarzını
oluşturdu. 1995’te çıkarılan af, AIS’in 1997’de ilan ettiği ateşkes, 2000’in
Ocak ayında “Sivil Sözleşme” adlı devleti affı ve 2006 Martı’nda ilan edilen
“Milli Uzlaşma Paktı” yani bunların hepsi, İslâmcı şiddeti azalttı. Bu
azalmada çoğu gerillanın ceza almaksızın sivil hayata dönüşüne izin verilmesi
de etkili oldu. Bu silahlı kişiler, eylemlerinden dolayı sivil mağdurlardan
haklarında önemli bir şikayet olmayan kişilerdi. Aynı zamanda Pakt, tüm
askeri güçleri ve emniyet kuvvetlerini de sorumluluktan kurtarıyordu. Bu
durumdan 200 bin ölü ve binlerce “kayıp”a neden olan 1990 iç savaşında rolü
olduğu belgeli yargı üyeleri de faydalandı.
Rejim
ve medyanın verdiği bilgilere göre affa ve silah bırakmaya ilgi göstermeyen
küçük bir Müslüman grup, düşük yoğunluklu kır gerilla savaşını sürdürmek için
GSPC (Tebliğ ve Cihad adlı Selefi Grup) çatısı altında bir araya geldi. Bu
grup 2006’nın sonlarına doğru Bin Ladin ve Zevahiri şebekesine intisap etti
ve birkaç ay sonra kendisini “Müslüman Mağrip’te el Kaide” (Kuzey Afrika)
(AQMI) olarak isimlendirdi. Ordunun üst düzey örgüt üyelerine tuzak kurma,
onları yakalama veya öldürme konusundaki bariz başarısına rağmen, genç örgüt
üyeleri safları doldurmaya devam etti. Bu durum geçtiğimiz birkaç ay içinde
feda eylemcilerin çoğunun yaş ortalamasında kendini gösterdi.
Cezayir
hükümet merkezine Nisan ve cumhurbaşkanlığı motorsiklet yarışı için toplanan
bir kalabalığa Eylül ayında saldırılar düzenlendi. Bunlara benzer şekilde, 11
Aralık’ta resmi Birleşmiş Milletler (BM) bürosuna ve Cezayir Anayasa
Mahkemesine yapılan saldırının da önemli bir simgesel mesajı vardı. Hepsi
gözle görülür bir yıkım ve ölüm çanlarıyla AQMI’nin devam eden varlığına
işaret ediyordu hem de son aylardaki kamuya mal olmuş ve görünüşte başarılı
engellemelere rağmen. İki Aralık ayı saldırısndan birisi “Batı’nın varlığı”nı
gösteren bir mekânı (BM bürosunu) vurdu. Böylece de “yabancı gayr-ı
Müslimlere” de hoş gelmediniz mesajı verilmiş ve Cezayir’in imajı ihya
edilmiş oldu. “Üsame b. Ladin’in ve AQMI’nin sözlerini iyi dinlemeleri için
ülkemizi sömüren ve tabii kaynaklarımızı kemiren haçlılara bir hatırlatmada
bulunma” şeklindeki AQMI’nin web mesajı, bu eylemi olumluyordu: “Feda
eylemleri topraklarımız kurtarılmadığı, İslâm’a yönelik sürdürdüğünüz
savaşlar son bulmadığı ve ülkemizdeki hainlere ve mürtedlere yardımınız devam
ettiği sürece son bulmayacak.”
Saldırının
tarihi olarak dikkatli bir seçim yapılmıştı. Seçilen gün, 1960 yılında, baskı
altındaki Müslüman halkın beklenmeyen bir şekilde kitlesel olarak Cezayir
Casbah’tan Fransız kasabasına doğru ulusal bağımsızlık taraftarı kontrol
edilemez gösterisinin yıldönümü denk geliyordu (“Cezayir Savaşı” adlı
filmdeki unutulmaz sahne.).
Saldırıların
alternatif ve görünüşte makul yorumu, on yıllık Cezayir İnsan Hakları İzleme
Komitesi (Algeria Watch) ile rejimin sol eleştirmenlerinden geldi. Söz konusu
komite (zengin web sitesiyle) rejimin tüm yönleri hakkında önemli, detaylı ve
güncel bir kaynaktır. Yazarları arasında bulunan François Gèze Paris’teki “
Bu
açıdan, iki yazar da Tebliğ ve Cihad’ın/el Kaide’nin 2007’deki ilk bombalı
eyleminin cumhurbaşkanı Abdülaziz Buteflika çevresinde oluşan çekim merkezine
meydan okumak için istihbarat (DRS) şefi Muhammed Tevfik Medyen çevresinde
oluşan iki büyük askeri grubun ya da kabilenin birisinin girişimi olduğu
kanaatinde. “Tevfik’in kabilesi” diyor yazarlarımız, büyük Amerikan ordusuyla
ve yatırım menfaatleriyle ve Amerika’nın “terörle mücadele” stratejisiyle
uyum içindedir. Buteflika etrafında halelenmiş generallerin kabileleri
2006’da başlayan hükümetin Amerikan yatırım, ticaret ve askeri desteğinden
Fransız ve Ruslarınkine yönelişine destek vermektedir. Bu şekilde Tebliğ ve
Cihad’ın/el Kaide’nin potansiyeli de hafife alınmış olmaktadır (Bu değişime
destek vermek için, Rus askeri istihbaratı Amerika’dan satın alınan karmaşık
iletişim sistemini kullanan Cezayir askeri istihbaratını takip etmek isteyen
Amerikan gayretkeşliğine karşı Cezayir hükümetine uyarıda bulundu.)
İki
tarafın/büyük kabilenin payına düşen, rüşvet aracılığıyla elde edilen daha
fazla güç ve servettir. Bu doğrultuda, Aralık ayındaki bombalı eylemler,
-rakipleri Tebliğ ve Cihad hareketinden gelecek gerçek bir tehdit kadar
uluslararası el Kaide şebekesiyle bölgesel bağlantılarıyla meşgul olmaya
devam etsin- Tevfik kabilesi tarafından yapılmış gelecekteki bir şiddet
dalgasına dair bir uyarı olabilir. Askerî kabile rekabeti rejimin uzun dönemli
gerçeği olarak tanımlanmaktadır. Ne var ki, muhteşem manipülasyonun bu
seviyesi ve türünü tasdik etmek zor ve Cezayir’deki gazeteler bu konuya
doğrudan giremez ve manipülasyonun devam etmesini ümit eder.
Basın,
son feda eylemlerinin daha kuvvetli ya da zayıf bir örgütlenmeyi temsil edip
etmediği konusunda bölünmüş durumda. Geçtiğimiz yıl hükümetin baskılarına
rağmen, AQMI Cezayir’in fakir semtlerinde tekrar örgütlenmeye başladı. Bu
örgüt görünüşte ideolojik olarak daha arınmış bir durumdadır. 2004’ten beri genel
başkan (emir) Abdülmelik Drukdel (takma adı Ebu Musab Abdülvedud), 35 yaşında
patlayıcılar konusunda uzmanlaşan üniversite mezunu ve 90’larda GIA
gazilerinden. O ve yakın siyasi müsteşarı Şeyh Abdünnecar öyle görünüyor ki,
daha genelde Bin Ladin/el Kaide’nin eylem biçiminin kuvvetli partizanlarıdır.
Emirin askerî müsteşarı Temmuz ayından beri Ahmed Cebrî’dir. Kendisi kimya
mühendisi ve şu anda da ek olarak bomba uzmanıdır. Bir güç gösterisi olarak
son eylemler en iyi sonuç alacak şekilde ayarlanmış ve ayrıntılı bir web
sayfasıyla tanıtımı yapılmıştır ve örgüt el Kaide etiketiyle eleman
toplamaktadır (Bazıları AQMI üyeliğinin 1000’e ulaştığını söylemektedir.)
Aynı
zamanda bazı medya mensupları saldırıları bir zaaf, hayatta kalma konusunda
yetersizlik ve kır gerilla faaliyetiyle büyüme işareti olarak görmektedir.
Ayrıca, azalan fonlar ve destekler kadar şu sıralar içsel arınma (liderlik
mücadelesi ve el Kaide’ye biat etme ve feda eylemleri konusundaki tartışmalar
nedeniyle) da AQMI’yi birkaç kişiyle gerekleştirilen kamuoyu oluşturmada
“yüksek etkiye sahip” eylemler yapmaya mecbur kılmış olabilir. Son
saldırılardan sadece üç hafta önce bazıları AQMI’nin kendi kendini yok
etmenin eşiğinde olduğunu söylüyordu. Çünkü örgütün üst düzey liderlerinden
birçoğu son zamanlarda örgütü terk etmiş (ve itirafçı olmuş) ya da
tutuklanmştır. Böylece de örgüt ciddi bir tehilke içine girmiş, panik yaşamış
ve iç güvenlik sorunu yaşamaya başlamıştır. Gerçekte, şu anda uluslararası el
Kaide imajını kullanarak yeni elemanlar bulmak zorundadır. Radikal
İslâmcılığı benimsemiş Cezayirlilerin azalmış durumdaki desteğini artırmak
için Filistin ve Irak direnişini de gündemde tutmaktadırlar (Cezayir hükümet
kaynakları 2004’ün sonunda 380 Cezayirlinin Irak’ta ya da Irak sınırında
Amerika karşıtı direnişe katılmak için bölgeye gittiğini tahmin etmektedir.
Görüşüne bakılırsa birçok kimse webdeki silahlı eylem görüntülerinden
etkilenmektedir). Cezayir’deki ulusal ve uluslararsı simgelere yönelik
eşzamanlı saldırılar medyaya, AQMI’nin hedef seçimine ve el Kaide’nin
bölgesel gruplarla ilişkilerindeki süregelen gerilim konusundaki
kararsızlığına dair malzeme vermektedir.
Tabii
ki, Gèze-Selime yorumu doğruysa
“güçlülük”, “ideolojik çizgi”, GSPC’nin “taktikleri” Bin Ladin ya da Zevahiri
tarafından desteklensin ya da desteklenmesin silahlı İslâmî grupların değil
büsbütün istihbarat teşkilatının (DRS) icraatleridir. Cezayirli gençler hâlâ
çok ya da az sayıda üye olarak örgüte yazılıyor olabilir. Ya da George
Orwel’in bahsettiği türden daha karmaşık bir manipülasyonun piyonu
olabilirler.
1990’larda
olduğu gibi, bu en son İslâmcı saldırı hükümet tarafından daha fazla kamuoyu
desteği elde etmek için her halukarda kullanılacaktır. Cezayir banliyölerinin
büyük çoğunluğu şiddet yanlısı radikal İslâmcılığa sempati duymamakta ve
bombalamalardan, sivillerin rastgele öldürülmelerinden dehşete düşmektedir.
Bununla birlikte onlar böylesine bir şiddetten güvende olmayı arzularlarken,
banliyö aktivizmine (Yani anlamlı siyasi kararlar alma, gösteriler, bağımsız
ticari sendikal faaliyetler ya da diğer toplumsal organizasyon şekilleri.
Geçtiğimiz mayıs ayında yapılan Millet Meclisi seçimlerinde seçmenlerin
%75-80’i oy kullanmadı ve bu mevct askerî/teknokrat rejimin reddi olarak
yorumlandı.) hiç imkân tanımayan bir rejime pek az ilgi duymaktadırlar.
Cumhurbaşkanı Buteflika, bağımsızlık savaşından bu yana hâkim askeri yapıya
yakın bir sivildir ve ikinci beş yıllık cumhurbaşkanlığının sonu yaklaşmış
durumdadır. Askerî rejme karşı “sivil bir yüz” olarak kabul edilişi dikkate
alınırsa, birçok Cezayirli gözlemci anayasal bir değişiklik sürecinin yakın
bir gelecekte gündeme gelmesi beklentisi içindedir. Böyle bir gelişme
Buteflika’nın 2009 yılnıda tekrar iktidar olmasına imkan sağlayacaktır (Yine
AQMI’nin son yaptığı saldırıların ikinci hedefinin böyle bir değişikliği
onaylayacak Anayasa Konseyi’ne yönelik olmasının simgesel önemi gözden uzak
tutulmamalıdır.)
Anlamlı
bir siyasal ifade hürriyetinin olmayışına, devam eden rejim içindeki
yolsuzluklara (özellikle petrol ve petrol ürünlerindeki yüksek fiyata olan
kızgınlık) temel ihtiyaç maddelerindeki fiyat enflasyonuna ve süregiden eve
ve işe sahip olma imkânlarının azalmasına (resmi rakamlara göre %12 ama
özellikle gençler arsında %40’larda) olan öfke radikal İslâmcı yeni örgüt üyeleri
için zengin bir ortam hazırlamaktadır. Tüm bu şartlara ek olarak
GSPC/AQMI’nin şiddeti ve rejimin onu durdurmadaki isteksizliği ya da
beceriksizliği Cezayir’de halkın büyük çoğunluğunu tükenmiş hale getirmekte
ve siyasi, ekonomik ya da sosyal açıdan rahatlama konusunda umutsuzluğa
itmektedir.
Birkaç
gün önce, bir radyo istasyonu bir günlüğüne dinleyicilere saldırılara
tepkilerini ortaya koysunlar diye “mikrofonu” uzattı. Dinleyiciler şiddeti
reddeden ifadeler kullandı ve hükümetin silahlı İslâmcı şebekelerin kökünü
kurutma konusundaki başarısızlıklarına yönelik sert eleştiriler getirdi.
Özellikle 11 Aralık eylemlerinden birisinin feda eylemcileri isyancı
maquilerden* (*II. Dünya Savaşı’ndaki Fransız direniş örgütü) uzun süre
direniş göstermiş bir savaşçıydı ve diğeri de şebekeye ağrı kesici ilaçlar
tedarik eden genç biriydi. Daha sonraları (Pakt gereği) 2006 yılında hapisten
çıktı.
Bu
bakışaçısıyla, silahlı fanatiklerle “uzlaşmak” imkânsızdır. Özellikle bu tür
eylemciler kendilerini görkemli şiddet şebekesi Bin Ladin/Zevahiri ile aynı
çizgide görmektedirler. the Algiers daily Liberté gazetesinin başyazarı Said:
“Bu terörist mesaj alınıyor. Net bir şekilde. Zalimce. Terörizmi cinayetin
dışında görme konusunda duyarsız mı olduk? Af yok. Uzlaşma yok. Kaçamak yok.
Ve özellikle bu feda eylemcilerini bizi birer sinek gibi öldürmeye iten
sosyal acıları da tartışmaya gerek yok.” Aynı zamanda diğerleri, hükümetin
uzlaşma politikasını ve asi militanları etkisiz kılmadaki başısızlığını,
“halkın rejime en azından pasif düzeyde boyun eğmesini garanti altına almak
için” gerekli korku ve güvensizliği bilinçli bir şekilde sürdürme gayreti
olarak görmektedir.
Eleştirmenler
Cezayir rejimi ve taraftarlarını, nesnel işbirliği, şiddet yanlısı radikal
İslâmcılığa karşı yumuşaklık hatta kontrol ve manipülasyon içinde oldukları
iddilarıyla kınamaktadır. Onların eleştirileri 90’lı yıllarda gizli askeri
kışkırtmalarla işlenmiş katliam ve adam kaçırmalar konusundaki “Kim kimi
öldürdü?” suçlamalarına benzemektedir. Ama hükümetin mevcut öfkeye en büyük
tepkisi, bilinen yüzeysel hiddet, kendini tenzih etme ve problemi küçümseme
teşebbüsüdür. Böylece başbakan Abdülaziz Bilhadim ve içişleri bakanı Nureddin
Yezid Zerhuni hastanelerden ve arama kurtarma timlerinden bilgi alan
gazetecilerin belirttiğinin yarısından daha az ölümlerin olduğunu resmen
açıkladı. Önceki başbakan Ahmed Yahya, birkaç yıl önceki benzer bir saldırıda
hükümetin rakamları saptırdığını kabul etse de Bilhadim rakamları “yanlış bir
şekilde” abartanları eleştirdi. 2007 yılı boyunca hükümet GSPC/AQMI’nin hemen
hemen ortadan kaldırıldığını telaffuz edip durdu. Son saldırıların ardından
emniyet müdürü hâlâ Cezayirlilerin huzur içinde uyuyabileceklerinin
garantisini vermekle meşguldü. Bilhadim tekrar tekrar Uzlaşma Paktının önemine
hatta affın kapsamının genişletilmesi imkanlarına vurgu yapsa da, Zerhuni
kolayca yapılabilen terör eylemlerinden korunabilmek için iktidarın
yapabileceği pek az şey olduğunu ifade ediyordu.
Bu
arada, Buteflika sessiz kaldı çünkü saldırıların çoğunun ardından görünüşte
tehdidi küçümsediğini göstermek istiyordu ve o, halkın onun son sekiz yıla
damgasını vuran liderliğinin merkezinde yer alan uzlaşma politikasını ikinci
defa gözden geçirme talebinde bulunmasını engellemek zorundaydı. Buteflika
bir defasında politikasının önemine dikkati çekmek için Cezayirlileri “pişman
olan militanların ve İslâmcıların hassasiyetleri ve onuruna zarar vermekten”
uzak durmaya davet etti. Bununla birlikte, Yahya’nın işaret ettiği gibi,
2006’da Barış ve Uzlaşma Sözleşmesi uygulamaya konulduğunda terörizm temelde
bitmiş görünüyordu. Bu sayede Buteflika’nın rejimini popüler kılmak için
siyaseti kullanmasına alaycı simgesel bir destek verilmiş de oluyordu.
Hükümet
ve “siyasetçi sınıfı” halka, boğucu silahlı radikal İslâmcılığa karşı
dikkatli olması uyarısında bulunuyordu. Ama rejim daha genelde banliyölerin
(ya da “sivil toplum”un) siyasi katılımına dair yasak konusunda bir
değişiklik yapmıyordu. İktidarın 80’lerdeki çoğulcu siyasi faaliyetlere açık
kapı bırakması kamuoyunda büyük takdir toplamıştı. Ama volkanik sosyal
baskılar aniden patladı, siyasal İslâmcı dalgasının yükselmesi ve rejime
meydan okuması rejimi sarstı ve tekelci yapısını tehdit etti. 90’lardaki
savaşta İslâmcıların baskısı, etkisi günümüze kadar ulaşan güçsüz bir siyasi
çoğulculuk çehresiyle rejimi önceki seçkinci tahakkümüne geri döndürdü.
Geçtiğimiz
15 yıl içindeki şiddet olaylarının ardından hakiki bir “Ulusal Hakikat ve
Uzlaşı Paktı” mağdur olanları, onların ailelerini, örgütlerini, Cezayirli
insan hakları gruplarını ve Cezayir toplumunun geniş sosyal ve siyasi
çıkarlarını kapsamak zorundaydı. Ama "Cezayir İnsan Hakları İzleme
Komitesi” Cezayir’de olduğu gibi şiddet olaylarının çoğundan devlet
sorumluyken, “geçiş dönemi adaleti”nin asla başarılı olamadığına işaret
etmektedir. Buna Raunda, Güney Afrika, Şili ya da başka bir yeri örnek vermek
mümkündür. Ek olarak, tam bir “hakikat
ve uzlaşma” politikası, 1960’tan bu yana rüşvet ve yolsuzluk batağındaki
otoriter Cezayir rejiminin sömürüsünden milyonlarca kişiyi kurtarabilmek
için, yolsuzlukları açığa çıkarmak ve adaleti göz ardı etmemek zorundadır.
David
Porter Cezayir’deki 40 yıl önce işçi iktidarı ve aynı zamanda cumhurbaşkanı
Ahmet b. Bella’ya yapılan askeri darbeyi araştırdı ve tabii ki, “Cezayir
Savaşı” filmini. O SUNY/Empire State College siyaset bilimleri (emekli)
profesörü ve Vision on Fire’ın editörüdür.
Çev:
Murat Kayacan
Bu
çeviri http://www.haksozhaber.net/news_detail.php?id=11298 linkinden de
okunabilir.
ZNet | Mideast
|
Algeria:
More Violence and “Normality”
|
by
David Porter; December 20, 2007
|
In spectacular
fashion, the latest suicide attacks in Algiers confirm that nothing basic has
changed in the political dynamics of Algeria. The immediate horror of apparently
70 or more deaths and 200 wounded in two truck bomb attacks on December 11th
was smothered by the “normalization” response of the government and the
establishment “political class” in the days which followed.
For nearly two
decades, since the end of the brief “democratic” opening of 1989-91 and the
Islamist insurgency and state repression which followed, ordinary Algerians
have endured waves of terror attacks, while disastrous socio-economic
conditions at the grassroots continue to feed violent emotions of those
attracted to radical political Islamism.
While Algeria’s
military regime seemingly suppressed, for the most part, the AIS (Islamic
Salvation Army) and GIA (Armed Islamic Groups) radical Islamist insurgencies in
the 1990s “black decade,” it added its own dimension of torture, massacres and
kidnapping to the violence of the insurgents. A Rahma law (unilateral pardon)
in 1995, an AIS cease-fire in 1997, an eventual “Civil Compact” state amnesty
in January 2000 and an expanded “National Reconciliation Pact” in March 2006
all reduced Islamist violence as well by permitting re-entry of most guerrillas
into civilian life without penalty and without significant recourse by civilian
victims of their actions. Importantly, at the same time, the pact removed all
military and police forces from accountability as well—judicially and even in
terms of critical public comment—despite their own documented contribution to
the civil war of the 1990s, which produced as many 200,000 deaths and thousands
of “disappeared.”
According to the
standard account of the regime and media, a small remainder of Islamic
insurgents, unreconciled to pardons and demobilization, gathered in the GSPC
(the Salifist Group for Preaching and Combat) to carry on a reduced-scale rural
guerrilla war. The GSPC in late 2006 announced “affiliation” with the bin
Laden/Zawahiri network and several months later re-named itself as “Al-Qaeda in
the Islamic Maghreb” (North Africa) (AQMI). Despite the military’s apparent
significant success this year in luring, capturing or killing important leaders
of the organization, younger recruits continue to replenish its ranks, as seen
in the age of almost all of the suicide-bombers of the past few months.
The Algiers December
11th attacks on a local UN office and the Algerian Constitutional
Council/Supreme Court complex, like a similar April attack on the Algiers
government center and a September attack on a crowd gathered for a presidential
motorcade, had a significant symbolic message. All of them stated, through
spectacular destruction and death tolls, the continued presence of AQMI,
despite recent months of well-publicized and apparently-successful repression.
One of the two December attacks struck an important “Western presence” (the UN
office), thereby reviving the image of Algeria as unwelcome to “foreign
infidels.” The AQMI’s subsequent web message justified this action “to remind
the crusaders, who colonized our country and the spoils of our resources, to
listen well to the demands and speeches of Osama bin Laden. . . . [The suicide
bombings will continue] as long as our lands are not liberated, the wars that
you lead against Islam are not ended and the aid that you bring to the traitors
and renegades of our blood continues.”
Shocking as well, the
very date chosen commemorates the day in 1960 when a militarily-repressed
Muslim population unexpectedly descended en masse from the Algiers Casbah into
the French downtown in an uncontrollable demonstration of support for the cause
of national independence (an unforgettable climactic scene in the “Battle of
Algiers” film).
A wholly alternative
and apparently credible interpretation of the attacks came from left critics of
the regime with the ten-year old “Algeria Watch” organization, an important
public resource (with an ample web site) of detailed and up-to-date information
about all aspects of the regime. Among its contributing writers are François
Gèze, director of the well-respected leftist “La Découverte ” publishing
house in Paris, and Salima Mellah, an Algerian journalist and Gèze’s
collaborator in various earlier articles. Previously forthright in their
analysis of the regime’s own hidden violence and manipulations in the 1990s (“La Découverte ” published
“The Dirty War,” a personal account of such activities by a former Algerian
army officer), Gèze and Mellah contend that the same pattern persists to the
present. In their article two months ago for “Algeria Watch,” relying on data
from the GSPC web site, news articles and their own analysis, they:
affirm with
certainty that if, for nearly ten years, the GSPC welcomes to its ranks
young Algerians desperate from the poor social conditions of
a disinherited society, its chiefs are essentially agents or peons of
the military security service [DRS} responsible for putting
into effect a strategy of violence and terror serving the
interests of the shadowy decision-makers who stop at nothing
to retain power and the riches that it allows them to appropriate
for themselves.
From this perspective, they
state that earlier GSPC/AQMI bombings in 2007 appear to have signaled the
effort of one of the two main ruling military factions or clans centered on DRS
chief Mohammed Tewfik Médiène to challenge the power of the other centered
around President Abdelaziz Bouteflika. The “Tewfik clan,” say the authors, has
been aligned with major U.S. military and investment interests and Washington’s
preoccupation with supervising the worldwide “war on terror.” The clan of
generals allied by convenience around Bouteflika supports the government’s
switch, beginning in 2006, from U.S. to French and Russian investment, trade
and military supplies, thus also downplaying the potential of the GSPC/AQMI.
(Encouraging this change, Russian military intelligence supposedly warned the
Algerian government of American intent to monitor Algerian military messages
using the sophisticated communication systems recently purchased by the army
from the U.S.)
The stakes on each
side are greater power and greater wealth through corruption. In this light,
the December bombings would be a warning, by the Tewfik clan, of future
escalation to come, while their rivals would be interested in playing down
local connections with the Al-Qaida international network as well as any real
threat from the GSPC itself. Needless to say, while military clan competition
is well-recognized as a long-time reality of the regime, this level and type of
violent spectacular manipulation is difficult to verify and newspapers within
Algeria could not touch it directly and hope to survive.
Standard media
opinions are split on whether the recent suicide bombings represent a stronger
or weaker organization. Despite government repression over the past year, AQMI
has begun to organize again in the poorest neighborhoods of Algiers. It has
also become apparently more “purified” ideologically through purges and
defections. The overall “emir” (since 2004) is Abdelmalek Droukdel (alias Abu
Musab Abdelwadoud), a 35-year old university graduate specializing in
explosives and a veteran of the GIA of the 90s. He and his close political
advisor Cheik Abdenacer are seemingly strong partisans of the bin
Laden/Al-Qaeda model of activism more generally. The emir’s military advisor
since July is Ahmed Djebri, a past chemical engineer with the state chemical
industry and now bomb expert as well. A sign of apparent strength is that the
recent actions were well-orchestrated and well-publicized through a
sophisticated web site and potentially gained more publicity and recruiting
potential through linkage to the Al-Qaeda label. (Some say that AQMI membership
is already back up to about 1000.)
At the same time, some
in the media saw the attacks as a sign of weakness, a reduced ability to
survive and grow through rural guerrilla activity. Also, internal purges
(because of leadership rivalries and disputes over Al-Qaeda affiliation and
suicide attacks), as well as diminished funds and supplies now may have forced
AQMI to carry out only “high publicity” activities relying on only a few. Just
three weeks before the latest attacks, some speculated that AQMI was on the
verge of self-destruction since so many top leaders had recently defected (and
become informers) or been arrested, thus seriously jeopardizing, to the point
of panic, the internal security of the organization itself. In effect, it may
be forced now to rely greatly for new recruitment on the international Al-Qaeda
image, with references also to Palestinian and Iraqi resistance, precisely to
compensate for reduced domestic Algerian support even among those attracted to
radical Islamic ideology. (Algerian government sources estimated that about 380
Algerians were in Iraq or at its borders to participate in anti-American
resistance at the end of 2004. Many were apparently attracted by images of
armed action on the web.) The simultaneous attacks on both national and
international symbols in Algeria suggest to the media AQMI’s ambiguity in
target priorities and a continuing tension in Al-Qaeda relations with local-based
groups generally.
Of course, if the
Gèze-Salima interpretation is correct, the “strength,” “ideological line,” and
“tactics” of the GSPC are largely functions of the DRS rather than those of
autonomous armed radical Islamists supported or not by bin Laden and Zawahiri.
While Algerian youth might still be recruited in greater or lesser numbers,
they would become pawns of a more complex Orwellian manipulation than most
media observers would acknowledge, let alone express.
In any case, as during
the 1990s, this latest Islamist spectacular attack will be used by the
government to seek further tacit popular support. The vast majority of
grassroots Algerians are unsympathetic to violent radical Islamism and are
again horrified by the bombings and random victimization of civilians. But they
are also by now quite exhausted. While wanting security from such violence,
they have little enthusiasm for a regime which leaves virtually no room for
grassroots activism—in meaningful political decision-making, demonstrations,
independent trade union activity, or other forms of community organizing.
Elections for the national assembly last May produced an abstention rate of
some 70-85% of voters—a widely-interpreted sign of rejection of the present
military/technocratic regime. President Bouteflika, a civilian close to the
dominant military leadership since the war of independence, soon faces the end
of his second five-year term. Given his continued acceptance as a “civilian
face” to the military regime, many Algerian observers expect a constitutional
amendment process to be pushed through in the near future to allow Bouteflika
to run again for that office in 2009. (Again, symbolically important, the
second target of the recent AQMI attacks was the Constitutional Council which
must approve such a change.)
Anger at the
impossibility of meaningful political expression, at the continued corruption
of the regime (especially galling with the huge current windfall of high-priced
gas and oil exports), at price inflation for basic goods, and at the continued
deterioration of housing and employment (officially at 12% but more likely 40%
or higher, especially among younger adults) provides a fertile bed for
continued radical Islamist recruitment. All of these conditions, plus anger at
GSPC/AQMI’s violence and the regime’s unwillingness or inability to stop it,
leave the vast majority in Algeria exhausted and dismally unhopeful for any
political, economic or social relief.
Several days ago, when
a radio station provided a one-day “open mike” for listeners to respond to the
attacks, unanimous denunciations of violence were accompanied by sharp
critiques of the government’s failure to finally eradicate the armed radical
Islamist network. Especially upsetting was the fact that one of the two
December 11th suicide-bombers was a long-time irreconcilable veteran of the
insurgent maquis (thus unmoved by the reconciliation pact) and the other a
young male convicted of supplying painkiller drugs to the network, then
released (because of the pact) from prison in 2006. By this perspective, it is
impossible to “reconcile” with armed zealots, especially now that such
activists have aligned themselves with the bin Laden/Zawahiri network of
spectacular violence. Said an editorial in the Algiers daily Liberté, “This
terrorist message is heard. Clearly. Brutally. Have we become deaf in
suggesting that terrorism is other than crime? No pardons. No reconciliation.
No equivocations. And especially no debate on the social distress which pushes
these suicide-bombers to kill us like flys.” At the same time, others see the
government’s reliance on the reconciliation policy and its failure to repress
militant holdouts as a conscious effort to maintain enough popular fear and
insecurity to assure at least passive acquiescence to the regime, despite its
overall unpopularity.
For the Algerian
regime and its supporters, critics’ claims of objective collaboration with,
softness toward or even control and manipulation of violent radical Islamism
are denounced as irresponsibly repeating the “Who Killed Who?”
accusations in the 90s against undercover military-instigated massacres and
kidnappings. But the main public reactions of the government to the
present outrage are its usual surface anger, fatalistic aloofness and attempts
to minimize the problem. Thus, Prime Minister Abdelaziz Belkhadem and Minister
of Interior Nourredine Yazid Zerhouni officially proclaimed less than half the
number of fatalities cited by journalists who researched among hospitals and
rescue workers. Belkhadem criticized those who “falsely” exaggerated the
figures, though an ex-prime minister, Ahmed Ouyahia, admitted government
falsification of numbers downward for a similar attack several years earlier.
While throughout 2007 the government had pronounced that the GSPC/AQMI was
almost eliminated, after the recent attacks, the national police chief still
assured Algerians that they could now sleep at peace. Zerhouni also suggested
that there was little the government could do to protect against easy acts of
terrorism, while Belkhadem again stressed the importance of the reconciliation
pact and even the potential extension of an amnesty deadline.
Meanwhile, Bouteflika
remained silent, as he has after most of the other attacks, thus apparently to
demonstrate minimization of the threat and to discourage public second-guessing
of his reconciliation policy, the central hallmark of his leadership over the
past 8 years. To underline its importance, on one occasion Bouteflika even
urged Algerians to avoid “bruising or wounding the sensitivities and dignity of
the repentant militants and Islamists.” But, as Ouyahia just pointed out, by
the time the peace and reconciliation charter was put into place in 2006,
terrorism seemed essentially finished—thus suggesting Bouteflika’s use of this
policy more as a cynical symbolic prop for popularizing his regime.
While the government
and “political class” tell the public itself to be vigilant in stifling armed
radical Islamism, the regime remains intransigent in its ban on meaningful
grassroots political participation (or “civil society”) more generally. The
government’s brief open doors to pluralistic political activism in the late 80s
gained significant public approval. But with volcanic social pressures suddenly
set loose, the rise and challenge by a massive tide of political Islamist
support overwhelmed the regime and threatened its monopolistic control. The
repression of Islamists in the civil war of the 90s returned the regime to its
previous exclusivist domination with only an impotent façade of political
pluralism, a pattern continued to the present.
A genuine “national
truth and reconciliation” pact after the violence of the past fifteen
years would have to include victims and their families, their organizations,
Algerian human rights groups and a broad spectrum of social and political
interests across Algerian society. But as “Algeria Watch” points out,
“transitional justice” of this sort has never succeeded in Rwanda, South
Africa, Chile, or elsewhere while the state regime responsible for much of the
violence remained in power as in Algeria. Additionally, a full “truth and
reconciliation” policy would have to involve revelations and justice concerning
the exploitation of millions by the corrupt, authoritarian Algerian regime
since the 1960s. No one sees that on the near horizon.
David Porter researched the
large workers’ self-management experiment in Algeria forty years ago at the
same time as the military coup against President Ahmed Ben Bella and the filming
there of the « Battle of Algiers. » He is a political science emeritus
professor of SUNY/Empire State College and the editor of Vision on Fire: Emma
Goldman on the Spanish Revolution (rev. ed., AK Press, 2006).