Türkiye’de Müslümanlar Cumhuriyet döneminin özellikle ikinci yarısından itibaren imanlarının amellerinin ve siyasetlerinin Kur'an ile uyumlu olup olmadığını sorgulayan bir süreç yaşadılar. Bu süreç önemli kazanımlar getirdiği gibi bazı sorunlara de neden oldu.
Bu sorunlardan biri de camilerden uzak bir İslâmî yaşayış telakkisi idi. Bu bakış açısına göre, camiler tağutun kontrolünde idi ve camilerin işlevlerini yerine getirememesinden başta tağuti yapı sorumluydu. Müslüman bir idarecinin görevlendirmediği imamlar Cuma hutbelerinde devletin bekası için dua ediyordu. Yine onlar İslâm’ın bir kısmını anlatıyor bir kısmını da göz ardı ediyordu. Cami ölülere Kur'an okunma bidatinin merkezi haline gelmişti. Bu durumda böyle imamlara bir mümin namazını nasıl emanet edecekti? Günümüzdeki camiler Hz. Peygamber (s) gibi torunlarını üzmemek için secdelerini uzatan dedelerden, namaz kılamadıkları özel günlerinde bile camiye giden hanımlardan mahrum bırakıldıkları/oldukları için fonksiyonlarını yitirmişlerdi.
Bu bakış açısına dair tezleri daha da zenginleştirmek belki mümkün ancak sözünü ettiklerimiz problemi ortaya koyma konusunda yeterli. Müslüman kendisini yeni durumlara göre sorgulayan, geliştiren ve eleştiren kimsedir. Kabul etmek gerekir ki, günümüzdeki dinî ve siyasi durum Cumhuriyet’in ilk yarısındaki gibi değil. Müslümanları adil olduğunu söylediği Habeş kralı Necaşi’nin himayesine gönderen Rasulullah’ın (s) ümmetinin günümüzdeki mensupları olarak; mevcut cumhurbaşkanını, başbakanını ve diyanet işleri başkanını tağut olarak görmek o kadar kolay olmasa gerek. Bunun da ötesinde Türkiye’de mevcut yönetimin birtakım uygulamalarının Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı Devleti uygulamalarından daha iyi olduğunu söylemek bile mümkün. O dönemlerde de bu dönemde olduğu gibi İslâm’ın tam olarak yaşandığını söylemek cesaret gerektiren bir iddia. Belki “O dönemlerde de yöneticiler tağuttu.” demek kolaycılığına başvurulabilir ancak bu kolaycılığın “O zaman İslâm’ın yaşanırlık ihtimali nedir? Yoksa İslâm bir ütopya mıdır?” sorularına da cevap vermesi beklenir.
Peki, günümüzdeki kendisini anayasa ve yasalarıyla tanımlayan “müesses nizam”ı görmezden mi geleceğiz? Tabii ki o, görmezden gelinemez ancak “müesses görülen” birçok düzen bazen aniden bazen de zaman içinde kendisini değiştirmek zorunda kalmıştır. Bu değişiklik de “insanların kendi eliyle” ve Rabbani yardımla olacaktır. Devlet bir yerde sabit duran bir şey değildir. Kişiler onun niteliğini belirler, müdahale eder ve değiştirir. Bu yönde ıslahat çabaları veren Müslümanların cehdleri görmezden gelinemez, gelinmemelidir.
Bu konuyu bir örnekle somutlaştıralım: Bir SBS sınavında görevli gözcü öğretmen başörtülü bir öğrenciyi sınava aldığında durumu idare edebildiği halde idare etmiyorsa orada devlet hukuk dışı yönünü göstermiş demektir. Edebiliyorsa bu bir ıslahat çabası olup kazanım Müslümanlara aittir. Bu örneği iktidar kademelerindeki Müslümanlara da genişletmek mümkündür. Sevap açısından bakacak olursak, okullardaki törenlerden rahatsız olduğunu kesin bir şekilde ifade eden Özgür-Der’in çıkışı özgürlükler bağlamında takdire şayan görülüp Bülent Arınç’ın çıkışının yok sayılması adil olmaz. Elzem olan, ıslahat çabalarını farklı algılayan Müslümanların hatalarını bir bir saymak değil, onların işledikleri doğru işleri görmek ve bunlardan dolayı onların hayırlarını artırmaları için Rahman’a dua etmek ve onları teşvik etmektir.
Mevcut devlet yöneticilerinin tağut olup olmadıkları konusunu ele aldıktan sonra cami konusuna dönecek olursak, “Namaz kıldığımız camideki imamın hutbe bitince devlet için dua etmesi acaba camiden uzak durmak için bir gerekçe olabilir mi?” sorusu üzerinde duralım. Bu duayı yapan imamın duası tüm günahlarına rağmen hâlâ Müslüman olduğunu ifade eden ve bir şekilde tezahür ettiren üst düzey yöneticiler içinse bunda bir problem görülmeyebilir. Yok, onu değil de düzenin laik oluşunu ve onun bu halini korumaya çalışan üst düzey bürokratları kastederek dua ediyorsa bu imamın İslâm’ı yanlış anladığını, bildiğini düşünüp onu cemaate bir süre devam ederek, arada onunla samimi bir hava oluşmasının ardından onu uyarmak, hakka ve hayra davet etmek gerekir. Bundan kastımız onun yanlışlarını görmezden gelmek değildir ancak Allah bize kendimize yakın bulmadığımız Müslümanların hatalarına yoğunlaşma görevi de yüklememiştir. İnsanları hayra davet etme de, onların salih amellerini gördüğümüzü ve kendileri için dua ettiğimizi bilmeleri son derece önemlidir. Ne var ki, bu gayretin sonuç vermediği durumlar söz konusu olabilir. O zaman da “Allah’ın sadece imama değil hepimize hidayet etmesi” dilekleriyle o imamın değil “öğüt almaya müsait” başka bir imamın namaz kıldırdığı cami tercih edilmelidir. Alternatif, bir imamın kötü örnekliğinden yola çıkarak içinde yaşadığımız toplumu “camisiz bir hayata” teşvik olmamalıdır.
İmamların dinin bir kısmını anlatıp bir kısmını (özellikle de siyasi boyutunu) anlatmamaları itirazıyla camilerden uzak durmak da ayrı bir problemdir. Bu, salt onların problemi olmadığı için adaleti gözeten bir tavır onları “istisnai” bir yere yerleştirmeyecektir. Öğretmen, öğrenci, avukat, aile reisi yani konumu ne olursa olsun her Müslüman “hikmetli hareket ederek” anlatacağını anlatır. İmamların hutbelerinde gündeme getirdikleri şeylerin mevcut halleriyle büyük oranda İslâm’ın unsurlarını içerdiği söylenebilir. Diyanetin camilerde gündeme getirilmesini imamlardan beklediği inanç ve amellerin de birçok cemaatin İslâm telakkisinden çok daha az hurafe içerdiği gözden uzak tutulmamalıdır. Eksik kalanının tarafımızdan ya da imam tarafından cami cemaatiyle sohbet halindeyken de anlatılması, konuşulması mümkündür. İmamların, Müslümanların siyasi bakışlarını gündeme getirmemeleri eleştirilirken, İslâmî bir yönetimde bile bu talebin ne tür sorunlar getirebileceğini İran’daki seçim sonrası yaşanan durumu hesaba katarak tefekkür etmek gerekir. Camiiler Allah’ın ipine topluca sarılma ve ayrılığa yol açmama mekânlarıdır ve öyle kalmalıdır. Günümüzde öyle değilse, öyle olması için camiler sahiplenilmeli ve vakit namazları elden geldiğince camide kılınarak cemaatle güzel ilişkiler kurulmalıdır.
İmamların ölülere Kur'an okumalarına gelince, Metin Önal Mengüşoğlu’nun Haksöz’ün ilk sayılarından birinde sorduğu soruyu hatırlamak gerekir: “Sizin hiç babanız öldü mü?” Bir yakınları vefat ettiğinde, insanlar doğal olarak ahireti hatırlamaktadır. Dini duyguların oldukça yoğun olduğu defin süreci, tebliğ açısından iyi bir fırsattır. İmamlar da o zaman diliminde doğru olanı yapmakta Kur'an’ı okumakta ancak okudukları ayetlerin ne anlama geldiği konusunda nadiren bilgi vermektedirler. İmamların arkasında namaz kılmaksızın onları bu konuda doğru olana teşvik imkânları gayet sınırlıdır. Bu yanlışın sürmesini eleştirmek ancak ortadan kalkması için hata sahiplerinden uzak durmak hikmetli bir tavır değildir.
İmamların ölülere Kur'an okumaları konusunda dikkat edilmesi gereken bir nokta da onların Kur'an’ı kendilerini işitmeyen ölülere okumadıkları gerçeğidir. Ancak yanlış bir şekilde okudukları Kur'an’ın sevabını vefat eden kişi dahil Hz. Peygamber (s)’e, sahabelere ve defin işlemine katılan Müslümanların yakınlarına hediye etmektedirler. Bu yanlışın ortadan kalkması kendiliğinden olmayacağına göre, çözümün cemaatin ahirette kurtulanlardan olması için onlarla hemhal olmakta olduğu görülmelidir.
Mevcut imamlara namazın emanet edilemeyeceğine dair tez de delilli değildir. Bir defa cemaatle namaz kılındığında imam Allah ile cemaat arasında bir aracı değildir ki, müminler namazlarını ona emanet etmiş olsunlar. Bir mümin, imamın münafık olduğundan eminse zaten arkasında namaz kılmaz. Değilse onun Müslümanlığına hüsn-ü zan besler ve arkasında namazını kılar. Arkasında namaz kıldığımız imamın Kur'an, sünnet, itikad, siyaset vb. konularda yanlışları olabilir. Bize düşen bu konularda bilgimiz yeterliyse ona doğru olanı göstermektir. Bu süreçte o imama uymamızda da bir mahzur olmasa gerektir. Zira insan kabullerini zaman içinde değiştirebilen bir varlıktır. Nasıl on yıl öncesi kendimizde bulunan yanlış itikad ve amellere hoşgörüyle yaklaşıp sürekli geçmişimizi tekfir etmiyor, namazlarımızı, oruçlarımızı tekrar eda etmemiz gerektiğini düşünmüyorsak, imamlar da bu hoşgörü düzeyinden faydalanabilmelidir.
Camilerde bilinçli, yaşça olgun kimselerin olmayışına ve hanımların da camilere gitmeyişine gelince, bu konuda müspet gelişmelerin beklemekle gerçekleşmeyeceği bilinmelidir. Hz. Peygamber’in (s) torunlarına yönelik hoşgörüsünü dedelerimize anlatmak, cemaatin huşu içinde namaz kılma niyetiyle geldiklerini hatırdan çıkarmaksızın çocuklarımızla camiye gelip örneklik sergilemek bizim görevimizdir. Hanımların Rasulullah (s) döneminde olduğu gibi camiye gitmelerinin sağlanması da elzemdir. Türkiye’de bazı camilerde Cuma dahil hanımlara yer ayrılmıştır. Ayrılmayan camilerde ise mesele ilgili müftülüğe bir dilekçe verilmesine bakmaktadır. Müslüman hanımlar hakkın şahitliğini camilerde de en azından haftada bir gün olsun sergilemelidirler. Böylece Müslüman hanımların camiye gidiş gelişleri sayesinde kamusal hayata da tesettür hakim olacak ve Müslümanca giyim sürekli gündemde kalacaktır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, Müslümanların camilere asli fonksiyonlarını kazandırma konusunda ellerini taşın altına koymaları gerekmektedir. Camilerde Kur'an merkezli bir İslâm anlayışının yaygınlaşmasına ehemmiyet vermek, İHL’lerin kapatılması girişimlerine karşı gösterilen duyarlılık kadar önemlidir. İkincisi için verilen mücadele kadar ilkine özen gösterilmemesi, içinde yaşadığımız toplumun ıslah olması çabaları açısından önemli bir eksikliktir. Bu eksiklik kısa sürede giderilmelidir. Aksi takdirde muhatabımızın gözünde gündemi Müslüman gözüyle değerlendirip duran ‘gazeteci’ler gibi algılanmaktan kurtulamayız.
En güzel söz ve en güzel nizam her şeyin sahibi ve aziz olan Allah’ın kelamı değil midir?



Yazı Künyesi! Kayacan, Murat, “Camileri Asli Fonksiyonuna Kavuşturmak”, Kur’anî Hayat Derg., S. 10, İst. 2010.