Bir İftiranın Anatomisi: "Garanik"
Garanik
beyaz su kuşu (kuğu), beyaz tenli güzel genç kimse anlamına gelen gurnuk
(gırnik) kelimesinin çoğuludur. (1) Kureyş kabilesi üyeleri putlarının Allah'ın
kızları olduğuna inanır ve Kabe'yi tavaf ederken, "Lat, Uzza ve diğer
üçüncüsü Menat hürmetine, çünkü bu üçü ulu kuğulardır ve şüphesiz şefaatleri
umulan varlıklardır" diyerek onları yüksekte uçan kuşlara benzetirlerdi.
Meleklerin Allah'ın kızları olduğuna inanan Kureyşliler'in, putlarını genç ve
güzel kızlara benzetmiş olmaları da mümkündür. (2)
İslam
literatüründe Garanik kelimesi, Hz. Peygamber (s)'in müşriklerin gönlünü
İslam'a ısındırmayı arzu ettiği bir sırada, şeytanın telkiniyle vahiylere Allah
kelamı olmayan bazı sözler karıştırdığı ve daha sonra Cebrail'in ikazıyla
bundan vazgeçtiğini iddia eden rivayetler münasebetiyle kullanılmıştır. Klasik
olanlar da dahil müfessirlerin bir kısmı maalesef: "Biz senden önce hiçbir
Rasül ve nebi göndermedik ki, o bir şey dilediğinde, şeytan onun düşünce ve
dileği içine bir şey atmış olmasın. Ama Allah, şeytanın attığını siler, sonra
kendi ayetlerini muhkemleştirir. Allah Alîm'dir, Hakîm'dir. "Bu, Allah'ın;
şeytanın attığını, kalplerinde hastalık olanlara, gönülleri katılaşanlara bir
fitne yapması içindir. Zalimler, geri dönülmez bir ayrılık ve kopuş
içindedirler. Kendilerine ilim verilenler onun, senin Rabbinden bir hak
olduğunu bilsinler, ona inansınlar da kalpleri ona saygı duysun diye böyle
yapılmıştır. Şu bir gerçek ki Allah Hâdî'dir, iman edenleri dosdoğru yola mutlaka
ulaştıracaktır." (Hac 22/52-54). ayetlerini açıklarken, Hz. Peygamber
(s)'in haşa putları şefaatçi kabul ettiğine dair, vahyin mantığına muhalif ve
ravi zinciri son derece zayıf, farklı nakillerle gelen bu rivayeti
kullanmaktadırlar. Tefsirlerde yer alan bu rivayeti ele almadan önce bu
rivayetle tefsir edilmeye çalışılan yukarıdaki ayetin muhtevasını sonra da
Garanik olayı diye bilinen iftira dolu haberi ele alacağız.
Rasül
sözlükte "gönderilen kimse" anlamına gelir. O halde elçi, sefir,
temsilci, ulak için kullanılabilir. Kur'an bu kelimeyi Allah'ın özel bir
görevle gönderdiği melekler ve Allah'ın davetini insanlara tebliğ eden insanlar
için kullanır.
Nebi
ise sözlükte haber getiren, derecesi yüksek veya yol gösteren kimse anlamına
gelir. Bu isim her üç anlamıyla da tüm peygamberler için kullanılır. O halde
Musa (a.s) Rasül (gönderilmiş) bir Nebi idi, çünkü O, Allah'tan haberler veren
ve insanlara doğru yolu gösteren derecesi yüksek bir Rasüldü.
Bunun için denilmiştir ki: Rasül, yüce
Allah'ın insanları hakka davet etmek üzere, yeni bir şeriatla gönderdiği hür
erkektir. Nebî ise hem bunu, hem de geçmiş bir şerîati bildirmek için
gönderilen peygamberi içine alır. Nitekim İsrail oğullarına gönderilen
peygamberlerin hepsi de Musa'nın şeriatını anlatmak için gönderilmişlerdir.
Fakat buna da şöyle bir itiraz geliyor: İsmail (a.s) hakkında "Ve kavmine
gönderilmiş bir Rasül, bir Nebî (bir peygamber) idi" (Meryem, 19/54)
buyurulmuştur. O halde hem Nebî, hem Rasüldur. Halbuki o yeni bir şeriatla
değil, Hz. İbrahim'in şeriatiyle gönderilmiştir.
Görüldüğü gibi, Kur'an bu iki ismi kesin
bir şekilde birbirinden ayırmaz, çünkü bir kimse için bir yerde Rasül der,
başka bir yerde aynı kişi için Nebi'yi kullanır. Bazen de her iki ismi bir kişi
için kullanır. Bununla birlikte bazı yerlerde her isim sanki aralarında teknik
bir anlam farkı varmış gibi kullanılmıştır; fakat yine de bu fark açıkça ortaya
konmamıştır.
Ayette geçen 'Temenna' kelimesi Arapça'da
hem "arzu" hem de "bir şey okumak" anlamına gelir. Peygamberlik
bir arzu bir temenni işi değildir. "O hevadan (kendi nefsinden)
söylemiyor; Kur'ân sadece bir vahiydir, ancak vahyolunur" (Necm, 53/3-4)
âyetiyle anlatılan peygambere temenni yakışmaz, çünkü vahiy tamamen hakkın
emridir. Ümniyye'ye ise şeytan karışır. Başkaları şöyle dursun peygamber bile,
insanlık gereği temennide bulunduğu vakit Şeytan onun arzusuna şüpheler
karıştırır. Ümniyye (temenni) ise, heves ve hayal ile isabetsizlikten
kurtulamaz. Demek ki peygamberlerin ismeti (masum olmaları) kesinlik ifade eden
vahiy yönüyledir, yoksa içtihadıyla hareket ettiği zaman hata yapması
mümkündür. Allah şeytanın karıştırdığı şüpheleri giderir. Sonra da Allah
âyetlerini tahkîm eder, muhkemleştirir. Hiçbir şekilde reddedilmesi söz konusu
olmayacak, hata ihtimali bulunmayacak bir tarzda kuvvetleştirir.
Şeytanın peygamberlere vesvese vermesi söz
konusu olabilir ancak bu vesvese farklı şekillerde nakledilen bu Garanik
olayındaki gibi olamaz ancak içsel bir durum olabilir. Yani vahiy ile
kesinlikle bir alakası olamaz. Bu yaklaşımı Esed şöyle ifade eder: "Lafzen
arzu anlamına gelen ümniye kelimesi, toplumun manen ilerlemesi ya da yükselmesi
değil, kendi kişisel nüfuz ve iktidarının güçlenmesine teşviktir. "Biz hem
insanlar hem de görünmez varlıklar içinden zihin çelmeyi amaçlayan yaldızlı
yarı-hakikatleri birbirlerine fısıldayan şeytani güçleri her peygambere düşman
kıldık" (Enam 6/12) ayeti de buna işaret etmektedir. Bu yarı hakikatler
insanı baştan çıkartan ve onu bütün gerçek ruhsal değerleri göz ardı etmeye yöneltir.
(3). Bu tür vesveseler veren günaha gömülüp gitmiş kimseler her peygamberi
meşgul etmiştir (Furkan 25/31)., zaman,
Allah hem salih, hem de günahkar insanları
sınamak için, şeytanın böyle tuzaklar kurmasına izin verir. Çarpık bir kafa
yapısına sahip olanlar bunlardan yanlış sonuçlara varmışlar ve doğru yoldan
sapmışlardır. Oysa doğru düşünebilenler tüm bunların şeytanın aldatmaları
olduğunu ve Peygamber'in mesajının Hakk'a dayandığını anlayıp kabul ederler.
Onlar şeytanın bu denli çok uğraşıp karşı çıkmasının bile O'nun Hakk olduğunun
bir delili olduğu sonucuna varırlar. Bu bölümün (Hac 22/52-54. ayetler)
ciddiyetini kavramak çok önemlidir, çünkü bu konuda bir çok yanlış anlamalar
meydana gelmiştir.
Konunun akışına bakacak olursak, bu ayetlerin
Hz. Peygamber (s)'in arzu ettiği gayeye ulaşamadığını sanan sıradan
gözlemcilerin bu boş iddiasını reddetmek amacıyla indirildiğini anlarız. Çünkü
o, on üç uzun yıl boyunca insanları getirdiği Daveti kabule çağırmış ve sonuçta
sadece bunda başarısızlıkla karşılaşmakla kalmamış aynı zamanda kendisine
inanan bir grup Müslümanla birlikte, yurdunu terk etmek zorunda kalmıştı. Bu
"sürgün", O'nun Allah'ın Rasülü olduğu, Allah'ın yardım ve desteğine
mazhar olduğu konusundaki iddialarıyla çelişiyor ve bazı insanlar bu nedenle
şüphe duyuyorlardı. Bunun yanı sıra bu insanlar Kur'an'ın hak olduğu konusunda
da şüpheye kapılıyorlardı. Çünkü tehdit edildikleri ve daha önceden
peygamberleri yalanlayan toplulukların başına gelen azap onlara gelmiyordu.
Peygamber (s)'in düşmanları alay ederek şöyle diyorlardı: "Allah'ın
yardımı nerede? Nerede bizi tehdit edip durduğu azap?" Kafirlerin bu
şüphelerine, bir önceki bölümde cevap verilmektedir (Hac 22/47-48). Bu bölümde
ise hitap bu propagandadan etkilenenlere çevrilmiştir. Özet olarak onlara
verilen cevap şöyledir:
"Bir
kavmin kendilerine gönderilen Peygambere yalancı demesi yeni bir olay değil, bu
hep böyle olagelmiştir. Peygamberlerini yalanlayan toplulukların
harabelerinden, onların bu nedenle nasıl helak edilip cezalandırıldıklarını
görebilirsiniz. Eğer dilerseniz bundan ders alabilirsiniz. Azabın gecikmesine
gelince, Kur'an hiç bir zaman kafirleri hemen cezalandıracağını söylememiştir.
Azap indirmek Peygamberin işi de değildir. Azap gönderen Allah'tır ve O azabını
indirmekte acele etmez. Şimdi size verdiği gibi, O, insanlara gidişatlarını
düzeltmeleri için mühlet verir. Bu nedenle size yapılan azap tehditlerinin boş
olduğunu sanıp aldanmayın."
"Peygamberin arzu ve istediklerinin
engellerle karşılaşması ve Mesajına karşı propaganda ile cevap verilmesi de
yeni bir olgu değildir. Çünkü tüm evvelki peygamberler de aynı şeylerle
karşılaşmışlardır. Fakat en sonunda Allah şeytanın tuzağını boşa çıkarır ve
Rasülü'nü zafere ulaştırır. O halde şeytanın eskiden beri yaptığı bu oyunlardan
ve en sonunda başarısızlığa uğramasından ders almalısınız. Bilmelisiniz ki, bu
engeller ve şeytanın tuzakları, doğru insanları İslâm'a çeken, onur sahibi
olmayanları ise ondan uzaklaştıran birer imtihan ve araçtır."
Fakat ne yazık ki konunun akışına çok
uygun olan yukarıdaki basit ve apaçık anlama rağmen, bu bölümün sadece anlamını
değiştirmekle ve konunun akışına aykırı bir anlam yüklemekle kalmayıp imanın
temel ilkelerinde de şüpheye neden olan bir hadis büyük bir yanlış anlamalara
yol açmıştır. Bu nedenle Kur'an'ın sahih tefsirinde hadislerin nasıl
kullanılacağını göstermek üzere bu hadisin bir eleştirisini yapacağız.
Bu
hadise göre, Peygamber (s)'in şöyle bir arzu ve isteği vardı:
"Müşrik Kureyşlilerin İslâm'a karşı
nefretlerini yumuşatacak ve onları İslâm'a yaklaştıracak veya en azından
onların düşmanlıklarını kışkırtmayacak şekilde onların inançlarını daha az
geliştiren vahiyler nazil olmasını arzu ediyorum." Peygamber böyle bir
arzu içindeyken, bir gün Kureyşten bir topluluğun arasında oturduğu bir sırada
Necm Suresi nazil oldu ve Hz. Peygamber (s) de bu sureyi okumaya başladı.
19-20. ayetlere: "Gördünüz mü haber verin, Lat ve Uzza'yı ve üçüncü (put)
olan Menat'ı?" geldiğinde birdenbire "Bunlar yüce putlardır ve onlardan
şefaat beklenilebilir" dedi. Bundan sonra Necm Suresi'ni sonuna kadar
okudu ve sonunda secde yaptı. Bütün Müslümanlar ve Kureyşli müşrikler de
secdeye kapandılar, çünkü müşrikler diyorlardı ki: "Şimdi Muhammed'le
aramızda hiç bir fark kalmadı; biz de Allah'ın yaratıcı ve rızık veren olduğunu
kabul ediyoruz ve bu taptığımız putların sadece O'nunla aramızda şefaatçi
olduğuna inanıyoruz." Bundan sonra akşam Cebrail gelip: "Ne yaptın?
Ben bu iki cümleyi getirmemiştim" dediğinde, Hz. Peygamber (s) çok üzüldü
ve Allah, İsra Suresi 73-75. ayetleri indirdi: "Ey Muhammed! Onlar
neredeyse, sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı düzüp uydurman için seni
fitneye düşüreceklerdi; o zaman da seni dost edineceklerdi. Eğer biz sana sebat
vermemiş olsaydık, sen onlara biraz eğilim gösterecektin. O takdirde ise biz de
sana dünyada da ve ahirette de kat kat azap tattırırdık. Sonra bize karşı bir
yardımcı da bulamazdın."
Fakat
buna rağmen Hz. Peygamber (s) üzülmeye devam etti. Ta ki Allah aynı şeyin, daha
önceki peygamberlerin başına da geldiğini belirterek onu teselli ettiği
yukarıda metnini verdiğimiz Hac suresinin 52. ayetini indirdi.
Bu sırada meydana gelen bir başka olay da,
Peygamber'le (s.a) Kureyşliler arasında bir uzlaşma olduğu haberinin
Habeşistan'daki muhacirlere ulaşmasıydı. Buna dayanarak muhacirlerin çoğu
Mekke'ye geri döndüler, fakat döndüklerinde bu uzlaşma haberinin yanlış
olduğunu ve İslâm ile küfür arasındaki savaşın eskisi gibi tüm şiddetiyle devam
ettiğini gördüler.
Şimdi
İbn Cerir ve daha bir çok müfessirin anlattığı bu hikayeyi eleştirel bir gözle
inceleyelim:
1)
Bu hikayeyi rivayet edenlerin hiç biri, İbn Abbas hariç, sahabe değildir.
Tabiin döneminden kimseler nakletmektedir. İbn Abbas da bu hayali olayın olduğu
söylendiği yıllardan iki üç yaşlarındaydı. Zira o, hicretten üç sene önce
dünyaya gelmişti. (4)
2)
Ayrıntıları konusunda bir çok farklılık ve çelişkili rivayetler vardır.
3)
Peygamber (s)'in söylediği rivayet edilen putları yüceltici sözlerin söyleniş
şekli her rivayette farklıdır.
Bundan
başka bu sözler, farklı hadislerde farklı kaynaklara dayandırılmaktadır:
(a)
Vahy geldiği sırada bu sözler şeytan tarafından araya sokulmuş, Hz. Peygamber
(s) de bunları Cebrail'in söylediğini zannetmiştir.
(b)
Hz. Peygamber (s) kendi arzusunun etkisiyle bu sözleri kendisi söylemiştir.
(c)
Hz. Peygamber (s) bu sözleri söylediği sırada uyukluyordu.
(d)
Hz. Peygamber (s) bu sözleri bilerek, putların gerçekliğini sorgulamak amacıyla
söylemiştir.
(e)
Şeytan bu sözleri vahyin içine sokmuştur. Hz. Peygamber (s) okuyor izlenimi
vermiştir.
(f)
Bu sözleri okuyan herhangi bir müşrikti. (5).
Zemahşerî
(6) ve İbn Cerîr et-Taberi (7) gibi müfessirler, bu hikayeyi doğru kabul
ederler ve bu ayeti (Hac 22/52) tefsir ederken kullanırlar.
İsnadı sağlam olan hadis, Said İbn Cübeyr
hadisidir ki, Said, bunu İbn Abbas'tan rivayet etmiştir. (Taberi'nin
zikrettiği) diğer iki hadisin ravileri de Buhari ve Müslim tarafından güvenilir
(sika) bulunmuşlardır."
Diğer
taraftan bu hikayenin tamamen asılsız olduğunu söyleyen bir çok alim de vardır.
İbn Kesîr der ki: "Bu hadisin hiç bir isnadı sahih değildir ve ben bu
hadisin sahih bir yolunu bulamadım. Bu rivayetin tüm tarikleri (geliş yolları)
mürseldir*" (8). Benzer şekilde İmam Râzî de, bu hadisi reddetmiştir. (9)
Şimdi de hikayeyi, kabul edilmesinin
imkansız olduğunu göstermek üzere eleştirel bir yaklaşımla ele alalım.
1)
Hikaye kendi kendisinin yalan olduğunu ispatlamaktadır:
(a)
Hikayeye göre, bu olay Habeşistan'a yapılan birinci hicretten sonra meydana gelmiştir.
Çünkü Muhacirlerin bazısı bu olayı duyduktan sonra Mekke'ye geri dönmüşlerdir.
Habeşistan'a hicret peygamberliğin beşinci yılının Recep ayında meydana gelmiş
ve Muhacirlerden bazıları üç ay sonra, yani aynı yılın Şevval ayında Mekke'ye
dönmüşlerdir.
(b)
Bu olay nedeniyle Peygamber (s)'in "azarlandığı" iddia edilen İsra
Suresi'nin 73-75. ayetleri ise, peygamberliğin on birinci veya on ikinci
yılında, yani bu olaydan beş-altı yıl sonra nazil olmuştur.
(c)
Şeytanın ilka ettiği şeylerin iptal edileceğini bildiren bu ayet (Hac 22/52)
ise, Hicret'in birinci yılında, yani "azarlama"dan yaklaşık iki yıl
sonra nazil olmuştur. Aklı başında olan bir kimse, bu ekleme için Peygamber
(s)'in altı yıl sonra azarlanacağını ve bundan iki yıl sonra da bu eklemenin iptal
edileceğini kabul edebilir mi?
2)
Hikayeye göre, bu ekleme Necm Suresi'nde olmuştur. Hz. Peygamber (s) "ve
üçüncü (put) olan Menat"ı okurken, şeytanın ilka ettiği cümleyi de araya
koymuş ve sonra yine sureyi okumaya devam etmiştir. Mekkeli müşriklerin bunun
üzerine "Şimdi Hz. Muhammed (s) ile aramızdaki farklılıklar sona
erdi" diyecek denli sevindikleri belirtiliyor.
Şimdi
şeytanın ilkasına konu olan Hac suresindeki ayetin gelmesine neden olduğu iddia
edilen Necm Suresi'ndeki ayetleri -araya eklenen cümle ile birlikte okuyalım:
"Gördünüz mü -haber verin, Lat ve Uzza'yı, ve üçüncü (put) olan Menat'ı?-
Bunlar yüce putlardır ve onlardan şefaat beklenilebilir. Erkek evlat sizin de,
dişiler O'nun (Allah'ın) mu? Eğer böyleyse bu adaletsiz bir paylaşma. Bunlar,
sizin ve atalarınızın adlandırdığı isimlerden başka bir şey değildir. Allah
onlara hiç bir delil (otorite) indirmemiştir. Onlar yalnızca zanna ve
nefislerinin her arzu ettiklerine uymaktadırlar. Oysa, andolsun onlara
Rablerinden yol gösterici gelmiştir." (Necm 53/19-23).
Sıradan bir okuyucu bile bu bölümde bir
çelişki olduğunu fark edecektir. Putları "yücelttikten" hemen sonra
tapanlara o sert eleştiri gelmektedir: "Ey akılsızlar! Nasıl oluyor da
kızları Allah'a isnad ediyor da erkeklere kendinizi layık görüyorsunuz? Bütün
bunlar sizin kendi uydurduğunuz şeylerdir ve Allah'tan bu konuda size hiç bir
delil inmemiştir." Araya eklenen bu cümle, bu pasajı değil Allah'a (Allah
korusun) sıradan bir insana bile isnad edilmeyecek denli saçma bir ifade haline
sokmaktadır. Hikaye bunu dinleyen tüm Kureyşlilerin akıllarını kaybetmiş
olmaları gerektiğini varsayıyor. Aksi takdirde onların artık, Hz. Muhammed (s)
ile aralarında hiç bir farkın kalmadığını söylemeleri imkansızdır. Hikayenin
kendi içinden çıkan bu deliller onun saçma ve anlamsız olduğunu
ispatlamaktadır.
3)
Şimdi de müfessirlerce bu ayetlerin iniş sebebini oluşturduğu söylenen
olayların Kur'an'ın kronolojik dizilişiyle uygunluk içinde olup olmadığını ele
alalım. Hikayeye göre, Necm Suresi'ne yapılan bu ekleme (tahrif) Peygamberliğin
beşinci yılında meydana gelmiş; "azarlama" İsra 17/73-75. ayetlerde
olmuş ve bu olayın reddi ve iptalini içeren ayetler, tahrifin meydana geldiği
aynı dönemde nazil oldu, yahut da azarlamanın yer aldığı ayet Hacc Suresi ile birlikte
nazil oldu. Birinci durumda bu ayetlerin (İsra 17/73-75) neden Necm Suresi'ne
dahil edilmediği sorusu ortaya çıkmaktadır. Neden bu ayetler indirilmiş olduğu
halde altı uzun yıl bekletilip İsra Suresi'ne dahil edilmiş ve Hac 22/52-54.
ayetler bundan sonra neden iki yıl daha bekletilip Hacc Suresi'ne dahil
edilmişlerdir? Bu, bir olay üzerine nazil olan ayetlerin yıllarca bekletilip o
veya bu sureye gelişigüzel dahil edildiği anlamına mı gelmektedir? İkinci
durumda ise şöyle bir soru ortaya çıkmaktadır: "Azarlama"yı içeren
ayetlerin (İsra 17/73-75), bu olaydan altı yıl sonra, adı geçen olayı iptal
eden ayetin de (Hac 17/52) olaydan dokuz yıl sonra nazil olmasının mantıkî bir
dayanağı var mıdır? "Azarlama" ve "iptal"in İsra ve Hacc
Surelerinde nazil olmalarının sebebi neydi?
4)
Şimdi de Kur'an'ı doğru değerlendirmenin üçüncü ilkesini ele alalım.
Kur'an'ın
doğru anlaşılıp değerlendirilebilmesi için, belirli bir yorumun Kur'an'da
konunun akışı içinde bir anlamı olup olmadığının incelenmesi gerekir. İsra 17/71-77.
ayetlerine şöyle bir göz atmakla bile, 73. ayette yer aldığı söylenen
"azar"ın hiç bir anlamı olmadığı ve bu sözlerde azar ve tenkidin yer
almadığı, çünkü ayette geçen ifadede Peygamber'in Kâfirlerin fitnelerine
aldandığı iddiasının reddedildiği kolayca anlaşılabilir. Hacc Suresi'nde 52-54.
ayetlerden önceki ayetleri dikkatle incelersek, burada Peygamber'i
"tahrif" nedeniyle teselli etme ve olaydan sekiz yıl sonra onu
teselli etmenin gereği ve yeri olmadığı anlaşılır.
5)
Biz diyoruz ki, Kur'an'ın metni hadise aykırı bir delil teşkil ediyor ve hadis
Kur'an'daki ifade tarzına, konunun akışına, düzenine vs. uymuyorsa, bu isnadı
ne kadar sağlam olursa olsun hiç bir hadis kabul edilemez.
Bu
olayı, bu bakışla ele alırsak, şüphe içinde olan bir araştırmacı bile bu
hadisin yanlış olduğu sonucuna varacaktır. Mümine gelince, o hadisin sadece bu
ayete değil, Kur'an'daki daha pek çok ayete muhalif olduğunu bildiği için bu
hadisi asla kabul etmez. O, Peygamber (s)'in değil, belki de hadisin
ravilerinin şeytan tarafından aldatılıp saptırıldığına inanmayı tercih eder. O,
Peygamber (s)'in kendi arzusuna uymak için Kur'an'dan bir tek sözü bile tahrif
edebileceğine asla inanmaz. Onun gönlünde şirkle tevhidi birbirine katıp
kâfirlerle uzlaşma yapmak gibi arzu doğabileceğine veya Allah'ın kâfirleri
hoşnutsuz kılacak ayetleri indirmemesini arzu edebileceğine yahut da Vahye her
an şeytanın sanki Cebrail getiriyormuş gibi sözler katabileceğine, şüpheli ve
gevşek bir şekilde indirilmiş olabileceğine de asla inanmaz. Bunlardan her
biri, Kur'an'ın apaçık ayetlerine ve gerek Kur'an'dan gerekse Peygamber'den
(s.a) öğrendiğimiz İman'ın temel ilkelerine aykırıdır. Allah bizi, sadece
"sahih" olduğu için kişiyi yukarıdaki zanları kabule götüren böyle
hadisleri kabul etmekten korusun.
Şu konuyu ele almak da faydalı olacaktır:
Nasıl olmuş da bu kadar çok ravi bu hadisi rivayet etmişler? Bu, bu olayda bir
gerçeklik payı bulunduğunu göstermez mi? Aksi takdirde, çok güvenilir ve büyük
hadis alimlerinin de içinde bulunduğu bu kadar çok ravi, Kur'an'a ve
Peygamber'e (s.a) böyle büyük bir iftira etmezlerdi. Bu sorunun cevabı
güvenilir hadis kitaplarında, Buhari, Müslim, Ebu Davud, Nesâî ve Müsned-i
Ahmed'de yer almaktadır. Olayın gerçek yüzü şöyledir:
İbnu
Mesud (ra) anlatıyor: "Rasulullah (s), Necm suresini okudu ve secde-i
tilavette bulundu, beraberindekiler de secde ettiler. Ancak, aralarında bulunan
Kureyşli bir ihtiyar yerden bir avuç toprak alarak alnına götürdü ve:"Bu
bana yeter'' dedi. İbnu Mes 'ud der ki: "Ben sonra bu herifin kâfir olarak
öldürüldüğünü gördüm. Bu Ümeyye İbnu Halef'di. (10) Olay budur ve bunda bir
gariplik de yoktur. Durumu şöyle bir inceleyelim: Hz. Peygamber (s) çok veciz
olan Kur'an'dan şiddetli bir bölümü etkileyici bir şekilde okuyordu. Doğal
olarak bu durum duygusal bir etki yaratıp ve dinleyenler ister istemez onunla
birlikte Ümeyye İbnu Halef gibi kafirler de secdeye kapandılar. İşte Peygamber
(s)'in müşriklerin putlarını yücelttiği şeklindeki hikayeye gelince,
Kureyşliler bunu, "yenilgi"lerini gizlemek için uydurmuş olmalılar.
Herhalde içlerinden veya öteki kimselere bu yenilgiyi şöyle diyerek açıklamaya
çalışmış olmalılar: "Biz Muhammed'in bizim putlarımızı yücelttiğini
duyduk. Bu nedenle onunla birlikte biz de secdeye kapandık."
Habeşistan'daki Muhacirler ise Hz. Peygamber (s)'le Kureyşliler arasında bir
uzlaşma olduğuna işaret eden bu uydurma hikayeyi duyunca, Mekke'ye
dönmüşlerdir. Müslümanlarla müşrikleri bir arada secde ederken gören birisi,
aralarında uzlaşma ve barış yapıldığını sanmış olmalı ve bu hikaye
Habesiştan'daki Muhacirlere kadar ulaştığında haberi tetkik etmek imkanı
olmayan Muhacirlerden yaklaşık 33 kişi Mekke'ye dönmüştür.
Bu
üç olay -Kureyş'in secde etmesi, onların bu olayı kamufle etmek için yaptıkları
açıklama ve Habeşistan'daki Muhacirlerin geri dönüşü- böyle bir hikaye
oluşturmak üzere birleştirilmiştir. Öyle ki, bazı güvenilir alimler bile buna
kanmışlardır. Çünkü insanoğlu yanılır ve takva sahibi akıllı kimseler de bundan
müstesna değildir. Fakat muttaki kimselerin hatası, çok daha zararlıdır. Çünkü
saf insanlar, doğru davranışlarıyla birlikte onların hatalarını da gözü kapalı
kabul ederler. Diğer taraftan fitneciler, salih insanların bu hatalarını
toplarlar ve bunları, tüm hadis kitaplarının yanlış olduğunu ve reddedilmesi
gerektiğini ispatlamakta kullanırlar.
Risaletinin temel esprisini, şirke ve
düzmece ilahlara savaş açma şeklinde formüle eden bir peygamberin putları
şefaatçi kabul ettiğine dair bir söz söylemesi mümkün değildir. Ona inen
Kur'an, yoğun olarak şirk ve Allah'a ortak koşulan düzmece ilahlar konusu
üzerinde durur ve bunun mesnetsizliğini vurgulamaya yönelik son derece etkili,
kesin vurgulu ifadeler kullanır (11). Bu olay, peygamberin masumiyeti ile de
çelişir. O, Rabbinden gelen vahyi hatasız ve doğru biçimde aktarmakla
yükümlüdür ve Allah da bunu sağlamayı garantilemiştir.
Sonuç
Hz.
Muhammed (s)'in masumluğu katidir. Bir kere Hz. Peygamber (s)'in müşriklerin
ilahlarını methettiğni ifade eden ayet nazil olmasını temenni etmesi küfürdür.
Şeytanın Hz. Peygamber (s)'in kalbine hakim olması, Kur'an'dan olmayan bir şeyi
Kur'an gibi göstermesi ve Cebrail haber verinceye kadar bu telkinin farkına
varmaması, ilahi vahiy zannetmesi gibi hezeyanın hepsi de Hz. Muhammed (s)
hakkında muhaldir. Allah katından olmadığı halde, bilerek kendisinin bu sözleri
söylemesi de küfürdür. Allah'a iftira etmektir.
Yanlışlık ve dalgınlıkla söylemiş olması
da mümkün değildir çünkü Hz. Peygamber (s) bunların hepsinden masumdur. Aynı
şekilde meleğin vahyedip getirdiği şey ile şeytanın Hz. Peygamber (s)'e
Kur'an'a benzer bir şeyler telkin etmeye yol bulabilmiş olması, indirmediği bir
şeyi -kasten veya yanlışlıkla- Allah'a isnad etmesi gibi rezaletlerin her
birisinden uzak ve masumdur. İşte Kur'an: "Eğer bizim ağzımızdan bazı
sözler uyduracak olsa, onu kıskıvrak yakalar, sonra şah damarını
koparırdık." (Hakka 69/44-46). "O takdirde sana dünya ve ahiretin
(azabını) kat kat tattırırdık da, bize karşı kendine bir yardımcı da
bulamazdın." (İsra 17/75) buyurmaktadır.
Peygamberin
böyle bir şeyi söylemesi mümkün görülseydi, onun şeriatından güvenirlik
niteliği kalkar ve şeriatın hükümlerinden her birinin böyle olması mümkün
görülür, bu takdirde "Ey peygamber sana Rabbinden indirileni tebliğ et.
Eğer yapmazsan O'nun mesajını tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan
koruyacaktır" (Maide 5/67) ayeti de hükümsüz ve anlamsız olurdu. Çünkü
ilahi vahiyden eksiltmekle Allah'ın söylemiş olduğu şeylerden bazılarını
gizlemekle, onda artırmada bulunduğunu söylemek arasında hiçbir fark yoktur.
Bu vesileyle muhaddislerin hadisleri
nakletmekle görevlerini yerine getirdiklerini ancak usulcülerin ellerindeki bu
malzemeleri vahiy, sahih sünnet ve akıl doğrultusunda, Rabbin rızasını
gözeterek ele almaları gerektiğini vurgulamış olalım.
KAYNAKÇA
1.
Firuzabadi, Muhammed b. Yakub, Kamus'ul-Muhit, Beyrut, Dar-ul-Fikr, 1995, 823;
Kesir, İbn, Tefsir'ul-Kur'an'il Azim, İst., Kahraman Yay., 1985, V, 438.
2.
İslam Ansiklopedisi, TDV Yay., İst. 1996, XIII, 361.Taberi, Muhammed bin Cerir,
el-Camiu'l beyan, 15 cilt, Beyrut, Dar'ul Fikr, 1995, X, 244-249.
3.
Esed, Muhammed, Kur'an Mesajı Meal-Tefsir, Çev: Cahit Koytak, Ahmet Ertürk,
İst., İşaret Yay., 2000, 249.
4.
Aksekili, Ahmet Hamdi, "Hatem'ul-Enbiya Hakkında En Çirkin Bir İsnadın
Reddiyesi", İslami Araştırmalar, C. VI, S. 2, 132.
5.
Mevdudi, Ebu'l Ala, Tefhim'ul Kur'an, Çev: Muhammed Han Kayani ve diğerleri, 7
cilt, Istanbul, İnsan Yay., 1986, III, 346.
6.
Zemahşeri, Keşşaf, 4 cilt, Beyrut, Dar'ül Kütüb-il İlmiye, 1995, III, 161-162.
7.
Taberi, Muhammed bin Cerir, el-Camiu'l beyan, 15 cilt, Beyrut, Dar'ul Fikr,
1995, X, 244-249.
8.
Kesir, a.g.e., V, 438.
9.
Razi, Tefsir-i Kebir, 11 cilt, 2 bs., Beyrut, Darû İhyaî Turâs'il Arab, 1997,
VIII, 237
10.
Buhari, Sücûdu'l-Kur'an 4, 1, Menâkıbu'l-Ensâr 29, Meğâzî 7, Tefsir, Necm;
Müslim, Mesâcid 105; Ebu Dâvud Salât 330; Nesâî, İftitah 49.
11.
Derveze, İzzet; et-Tefsir'ul-hadis, 2 bs., Çev: Vahdettin İnce ve diğerleri, 7
cilt, İst., Ekin Yay., 1998, IV, 451)
Bu yazı hazırlanırken büyük
oranda Mevdudi'nin "Tefhimu'l-Kur'an" adlı eserinden
faydalanılmıştır.