Bir şeyi payandalaştırmak onu bir başka şeyi ayakta tutabilmek için destek olarak kullanmak demektir. Ayakları felç olan birisi koltuk değnekleri olmadan ayakta duramaz. Dallarını yukarı doğru değil de yanlara doğru veren bir ağacın dallarına destek konmazsa gövde görevini yapmakta zorlanır. Ağaca yardımcı olmak için dalların altına destek yani payanda konması gerekir. Günlük hayattan örnek verirsek rejimler ayakta kalabilmek için payandalara ihtiyaç duyarlar. Bunlar müzik, futbol, cinsellik,...vb. şeyler olabilir. Bizim üzerinde duracağımız konu ise Kur’an ayetlerinin "bağlamlarından kopartılarak" payandalaştırılması yani önkabullere destek ve delil olarak kullanılmasıdır. Halbuki ayetlerin ölçü ve hakim olması, düşüncelerin de onlarla test edilerek doğru veya yanlış olduğunun belirlenmesi gerekir. Çünkü ayetler hüküm, delil ve örnektir. Düşünce ve kabuller ise doğru veya yanlış olabilmektedirler. Ayetleri anlamanın ve delil olarak kullanmanın da birtakım ölçü ve kuralları bulunmaktadır. Bunların başında da ayetlerin konu bütünlüğünden koparılmamaları ve tek başına ele alınmamaları gelmektedir. Bunları gözününde bulundurmadan düşünce ve önkabullerimizi haklı göstermek için ayetleri siyakından ve sibakından bağımsızlaştırıp payanda yapmak samimi iman ve ilmilikle bağdaşmaz. Aytleri bu şekilde payandalaştırma konusunda birkaç örnek vererek bu yolun yanlışlığını belirtemeye çalışacağız.

A) Hevaya Uydurmak
İnsan genel itibarıyla yaşamaya eğilimlidir. Kolay kolay canından geçmez. Ancak müslüman bir kimse ise ‘Allah yolunda öldürmek veya öldürülmek’ ile ilgili ayetleri görmezlikten gelemez. Ne var ki kişinin İslam anlayışı tek yönlü olarak ‘hoşgörü’ ve ‘uzlaşma’ üzerine kuruluysa bu tür ayetlerin anlamını gevşetebilir. Mesela cihad kavramının Peygamberimiz dönemindeki anlamı nesh edilir. Artık o kalemle yapılmalıdır. Hem ülke içinde harp olmaz. Kardeş kardeşi kırar. İslam buna kesinlikle müsade etmez(!) İç savaş çıkarsa bir çok müslüman telef olur. Sahip olunan gayr-i menkul elden gider... Buna delil bulmak da zor olmaz yeter ki insan istesin. Bunun için müslümanların en önemli kaynağı olan Kur’an’a başvurulur ve Kur’an hevaya uygun olarak kullanılır. örneğin: “...Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın.” ayeti kanıt olarak öne sürülür. Şimdi bu ayeti öncesi ve sonrasıyla birlikte okuyalım: “ O halde, artık zulüm ve baskı kalmayıncaya ve yalnızca Allah’a kulluk edilinceye kadar onlarla savaşın. Ancak vazgeçerlerse, zulüm işleyenlerin dışındakilere karşı tüm düşmanlıklar sona erecektir. Saldırmazlık örfünün geçerli olduğu aylarda size saldıranlara siz de karşılık verin. Zira saldırmazlık örfünün ihlali, adil karşılık (yasasın)a tabidir. Böylece, eğer bir kişi size saldırıda bulunursa siz de onun saldırdığı gibi saldırın. Ancak Allah‘a karşı sormululuğunuzun bilincinde olun ve Allah’ın, kendisine karşı sorumululk bilinci taşıyanların yanında olduğunu bilin. Ve Allah yolunda harcayın, kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın ve iyilik yapmaya azimle devam edin. Unutmayın ki Allah iyilik yapanları sever.”(Bakara 2/193-5) 

Görüldüğü gibi pasifliğe sinmişliğe, sığınmacılığa delil getirilen ayetin öncesinde hiçbir cezalandırılma korkusu duymadan Allah’a ibadet edilinceye ve hiç kimse başka bir insana korku ile boyun eğmek zorunda kalmayıncaya kadar savaş emredilmektedir. Yani müminler kendilerine saldırı yapıldığında topluca karşı koymalıdırlar. Saldırgan kafirlere karşı sessiz kalmak yanlıştır. Cihadın, Allah yolunda savaşanların yiyecek, binek ve silah gibi ihtiyaçlarını karşılayacak kendine özgü gerekleri vardır. Bunun için can ile cihadın yanında mal ile cihad da zorunludur. Allah yolunda mal harcamak emrinin hemen ardından, insanın kendini kendi eliyle tehlikeye atmaması emri gelmiştir. Kendini tehlikeye atmama konusu ferdi planda da cemaat planında da geçerli bir olgudur. Tabi ki bu da Allah tarafından kendini feda etmek ve şehid olmak gibi bir bağlayıcı emrin bulunmadığı durumlar için söz konusudur. Kendini, eliyle tehlikeye atmak, olsa olsa ferdin veya cemaatin, makul hazırlıklar veya gerçekleştirilmesi hikmetle planlanmamış büyük hedefler olmaksızın düşmanlarla savaşa girişmesidir. Yoksa bu ayette zulme ‘birlik ve beraberlik’ adına ses çıkarmamak ve 'evet efendimci' tavırlar takınmak kafirlere karşı pasif tutum içinde olmak ve onlara boyun eğerek zilleti kabullenmek şeklindeki pasif tutuma delil alınacak bir işaret yoktur. Kendini, eliyle tehlikeye atmak mal ve can ile cihad etmekten kaçınmaktır.

B) Yanlışı Ayete Onaylatmak
İnsanların atalarından veya sosyal çevreden aldıkları kültürel mirası terketmeleri veya sorgulamaları oldukça zordur. Araplar arasında başlayan İslam kısa bir müddet içinde İran’a, Kuzey Afrika’ya, Orta Asya’ya Bizansın içlerine ve Hindistan’a kadar uzanmış, buralardaki inanç, gelenek, görenek ve medeniyetlerle karşılaşmıştır. Bu arada İranlılar, Kuzay Afrika halkları ve Türkler topluca İslam’ı kabul etmişlerdir. Müslümanların karşılaştığı diğer milletlerden de İslam’ı kabul edenler olmuştur. Böylece İslam bu milletlerin inanç ve medeniyetleriyle bir iletişime girmişitir. Gerçi o dönemlerde müslümanlar etkileyen ve diğerleri de etkilenen konumundaydılar. Ancak müslümanların da kimi alanlarda diğer milletlerden etkilenmeleri kaçınılmazdı. İslam’ı kabul eden milletler, kimi inanç ve geleneklerini de beraber getirmiş ve onlara İslami bir kılıf giydirmişlerdir. Buna bir örnek de şeyhlik kurumudur. Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla bir şeyhe bağlanmanın onunla rabıta yapmanın(1) ya da ölülerden yardım dilemenin caizliğine/gerekliliğine delil getirilen “Allah’a ulaşmak için vesile arayın.” ayetinin öncesine ve sonrasına bir bakalım: “Allah’a ve Elçisi’ne karşı savaş açanların ve yeryüzünde fesadı yaymaya çalışanların büyük kısmının öldürülmeleri veya asılmaları veya döneklikleri yüzünden büyük kısmının ellerinin ve ayaklarının kesilmesi yahut yeryüzünden sürülmeleri, yalnızca bir karşılıktan ibarettir. İşte bu, onların dünyada uğradıkları zillettir. Öteki dünyada ise korkunç bir azap bekler onları, ancak siz onlardan daha güçlü hale gelmeden önce tevbe edenler hariç. Çünkü bilmelisiniz ki Allah çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır. Siz ey imana ermiş olanlar! Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun, O’na ulaşmak için vesile arayın ve Allah yolunda cihad edin ki mutluluğa erişebilesiniz. Şüphe yok ki, hakikati inkara şartlanmış olanlar, Kıyamet Günü’ndeki azaptan kurtulmak için yeryüzündeki her şeyi ve hatta iki kat fazlasını fidye olarak teklif etseler de kabul ettiremezler. Çünkü şiddetli bir azap bekler onları.”(Maide 5/33-36) Bir rivayette İbn-i Abbas şöyle demiştir: “O’na yaklaştıracak bir yol arayın” ayeti “ihtiyaçlarınızı O’ndan isteyin” anlamındadır. Mevdudi bu ayetin “Allah’ın, yakınlığı ve razılığını kazanmanıza yardım edecek her türlü aracın peşinde koşun.” anlamına geldiğini söylemektedir. Görüldüğü gibi ayetteki vesileyi “şeyh” olarak ya da onunla rabıta yapmak şeklinde anlamak mümkün değildir. Yoksa Peygamberimiz zamanında da böyle bir kurum hemen ihdas edilirdi. Eğer denirse ki şeyh müslüman bir lider konumundadır ve onun İslam'a uygun tavsiyelerine itaat etmek açısından vesile olması sözkonusudur, bu anlayışta bir sakınca yoktur. Zira iyi insanlarla birlikte hareket etmek de sevap getirici bir unsurdur. Ancak yanlış olan 'vesile' kelimesin sadece bir insana bağlamaktır. Ayetin anlamı geneldir. Yerine göre avret yerini örten bir elbise, hayırlı amelleri artırmaya yarayacak bir araba da hayırlı işler işlemeye birer 'vesile' olarak görülebilir. Ne varki vesilenin şeyh olduğunun söylenmesi büyük oranda ahirette ondan şefaat beklentisinden kaynaklanmaktadır. Bu beklenti ise putları Allah'a yaklaştırsınlar diye benimseyen anlayışa benzemektedir ve İslamiliği kesinlikle söz konusu değildir. 
Benzer bir tahrif ‘bilmiyorsanız zikr ehline sorun’ ayeti üzerinde yapılmaktadır. Buradaki zikr ehlini Ramazanoğlu Mahmud Sami ‘evliyaullah hazeratıdır’ şeklinde yorumlamaktadır.(2) Yani ayette geçen zikr ehli, günümüzde uçarak hac yapan, gayba muttali olan(!), bol nafile ibadet yapan insanlarla eşdeğer hale getirilmiştir. Bakalım ayet gerçekten bu tür kişileri mi ima etmektedir: “Doğrusu senden önce de kendilerine kitaplar ve belgelerle vahyettiğimiz birtakım adamlar gönderdik. Bilmiyorsanız zikir ehline sorun. Sana da insanlara gönderileni açıklayasın diye Kur’an’ı indirdik belki düşünürler.” (Nahl 16/43-44) Ayette ölümlü bir insanın Allah’ın elçisi olamayacağına dair anlayışın yanlışlığına yönelik bir cevap vardır. Gerçekten merak edenler, vahy ve nübüvvet konusunda bir bilgiye sahip olan insanlara yani zikir ehline sorabilirler. Onlar da Yahudi ve Hıristiyanlardır. görüldüğü gibi ayette kastedilen, mistik eğilimli şahıslar değil, kendilerini Kitab’a nisbet eden kişilerdir.
Kuran’ı ayet ayet, ibare ibare ele almak, birçok konu ve konumla ilgili akış birliğini bozar. Doğru anlama, doğru düşünme ve doğru kavrama noktasında karışkılığa yol açar. Kur’an’ın gerçekleştirmek istediği asıl hedeften uzaklıştrılmasına neden olur. 

C) Ayetten Zorla İtikad Çıkarmak
Buna bir örnek de suni itikadi tartışmalara neden olan “Sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yarattı.” ayetidir. Eşariler, bu ayeti, yüce Allah’ın insanların amellerini de yarattığının delili olarak ileri sürer ve insanın kendi amellerini yaratttığını, dolayısıyla onlardan sorumlu olduğunu ileri süren mutezileye karşı bir dayanak olarak gösterirler. Şimdi bu ayeti öncesi ve sonrası ile Kur’an’dan görelim: “O(Hz. İbrahim) kavminin putlarına gizlice yaklaştı ve ‘Ne o! Yemiyor musunuz? Neyiniz var ki konuşmuyor musunuz?’ dedi. Sonra üzerlerine yürüyüp onlara sağ eliyle vurdu. Bunun üzerine diğerleri koşarak o’na doğru geldiler. O, "Siz" dedi, “Kendi ellerinizle yaptıklarınıza mı tapıyorsunuz? Oysa sizi de, sizin yapmakta olduklarınızı da yaratan Allah’tır!” Onlar: “Bir odun yığını hazırlayın ve o’nu yanan ateşin içine atın!” diye bağırdılar.”(Saffat 37/91-97) 
Üzerinde ihtilaf edilen bu kelami konuyu bir kenara bırakarak şunu söylüyoruz: bu ayeti bir ön kabule kanıt ve dayanak olarak ileri sürenler, bunun yüce Allah tarafından doğrudan doğruya insanların ve amellerinin yaratılması bağlamında ifade edilmiş bir söz olmadığını göz ardı ediyorlar. Ayrıca, ayetin sözünü ettiğimiz kelami konu ile ilgisi yoktur. Ayet, Hz. İbrahim’in kavmine yönelttiği eleştirilerin anlatıldığı ayetler grubunun akışı içinde yer almaktadır. Çünkü onun kavmini de kendi elleriyle yonttuklarını da yüce Alah yaratmıştır. “Yapmakta oldukları” ifadesi, tapmak üzere put yontmak anlamında kullanılmıştır. Dolayısıyla ayette, Hz. İbrahim’in söylediği bir söz aktarılmaktadır. Eğer ayetler grubunun tamamı göz önünde bulundurulursa, bunun tek başına, bütünden ayrı olarak anlamlandırılmasının mümkün olmadığı, insaların ve amellerinin yaratılışı ile ilgili bir rabbani açıklama niteliğinde olmadığı görülecektir.(3) Ayetin bir ayetler silsilesinin parçası olduğu göz önünde bulundurulduğunda, delil olarak sunulduğu konu ile ilgili olmadığı açıkça ortaya çıkacaktır. Hatta kıssanın akışı içinde ibadet, yontma, ateşe atma, bir komplo hazırlama gibi fiilerin İbrahim peygamberin kavmine nisbet edildiğini, bu amellerin onlardan sadır olduğunun vurgulandığını bir an için göz ardı etsek bile, yukarıdaki ayeti, insanın ve fiillerinin yaratılışı konusu ile irtibatlandırmak imkansızdır. 

D- Kur’an ve Hikmet
Hikmetin ne olduğu, felsefe ile ilişkisinin olup olmadığı, Allah katından belli kişilere verilip verilmediği, neleri kapsadığı konuları zihinleri meşgul etmiştir. Bu nedenle Elmalilı Hamdi Yazır Bakara suresinin 269. Ayetinde geçen hikmet kelimesini 17 sayfa yorumlamıştır.(4) Bunu onun tefsir uslubu olarak yani kelimenin ilk geçtiği yerde değerlendirmesine de bağlayamayız. Çünkü aynı kelime daha önce dört yerde geçmekte fakat özet -belki de gerektiği kadar- yorum yapılmaktadır. Felsefenin geleneksel kesimlerce olumsuz karşılanıyor olması bazılarının hikmeti ön plana çıkarmasına neden olmuş ve Kur’an’i bir kavram kullanılarak bir nevi İslam felsefesine temel oluşturulmuştur. Ancak ön plana çıkarılan ayet (2/269) gerçekten felsefi içeriğe sahip midir yoksa başka bir konu ile mi ilgilidir Kur’an’dan izleyelim: “Şeytan sizi fakirlik ihtimali ile korkutur ve cimrilği telkin eder. Oysa Allah, size bağışlamasını ve lütfunu vaad eder. Allah kudret ve eğemenlikte sınırsızdır, her şeyi bilendir. Dilediğine hikmet bağışlar ve her kime hikmet bağışlanmışsa doğrusu ona en büyük servet verilmiş demektir. Ama derin kavrayış sahipleri dışında kimse bunu düşünüp anlayamaz. Çünkü, başkaları için her ne harcarsanız ve neyi (harcamak için) adarsanız, Allah onu mutlaka bilir. Ve (hayırda bulunmayı engelleyerek) zulüm işleyenler, kendilerine yardım edecek kimse bulamazlar.” (Bakara 2/268-270) 
Görüldüğü gibi ayet ne kulların fiillerini yaratmalarından, ne de felsefi düzlemde bir ‘hikmet’ten bahsetmiyor. Ayetin bağlamından hikmet sahibi olanın, şeytanın dar yollarını değil, Allah’ın geniş yolunu takip ettiği anlaşılıyor. Şeytanın cimri takipçilerine göre ise akıllılık, servetleri ile övünmek ve her zaman daha fazla kazanmaya çalışmaktır. Bunun aksine kendilerine gerçek hikmet verilen müslümanlar bu tür bir tutumu akılsızlık olarak kabul ederler. Onlara göre hikmet, kendi gerekli ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra servetini cömert bir şekilde iyi amellere sarfetmektir. Birinci grubun bu dünyada daha zengin ve rahat bir hayat yaşaması mümkündür. Fakat bu dünya hayatı yaşanılacak hayatın tümü değildir. Bu dünya hayatı, ölümden sonra da devam edecek hayatın sadece küçük bir parçasıdır. O halde bu dünya hayatının kısa zevkleri için ebedi hayatını feda eden kimse çok akılsızca davranmaktadır. Akılllı olan ise, bu dünyada hayatından en iyi şekilde yararlanan ve bu dünyada az bir servete sahip olsa da Ahiret’teki ebedi hayat için kendisini hazırlayan kimsedir. 

Örneklerden anlaşıldığı gibi ayetleri anlamada okunan ayetin sure içindeki konumu son derece önemlidir. Bundan Kur’an’daki her ayetin kesinlikle öncesi ve sonrasıyla bağlantılı olduğunu söylemek istemiyoruz. Ancak ayetleri bağlamından kopararak ayette değinilmeyen ya da konu ile direkt alakalı olmayan felsefi, tasavvufi, hevaî ve itikadi alanlara çekerek ümmet içinde ihtilafa çekişmeye neden olmanın yanlışlığını vurgulamak istiyoruz. Ayetlerde sözü edilen konunun yanında başka konulara da işaretler bulunabilir. Ancak bu işaretler kişisel kanaatler ötesine geçemediği için itikadi ve ameli düzeye taşınmamalıdır. Yoksa Fahreddin Razi gibi dünyanın dairesel, doğrusal veya düşey olmak üzere herhangi bir şekilde hareket etmediğine ‘arzı sizin için döşek kıldık’ ayetini delil getirmek işten bile değildir.(5) Kur’an’ın bütünlüğünü dikkate almadan bazı ayetleri seçerek, bu kısmi ayetler ile yollarını ve görüşlerini onaylatmaya kalkışan kimseler elbetteki yanılgı içindedirler, çünkü doğrulama, tasdik ve te’yid etme yetkisi, bazı ayetlere değil, Kur’an’ın bütünlüğüne verilen bir yetkidir.(6) 

Sonuç
Ayetlerden kulluk bilinci elde edip buna uygun hareket edebilmek için; kovulmuş şeytandan Allah’a sığınmak ve Allah’ın adıyla gereği gibi okumak (Bakara 2/12), İlahi vahyin Rahmani manasına ulaşabilmek için okurken acele etmemek (Kıyamet 75/16-19), Kitab’a bir bütün olarak yaklaşmak (Bakara 2/85), İlahi hitabın yakınlığının şuurunda olmak (Fussilet 41/44), İlahi vahye muhatap olmanın getirdiği sorumluluk bilincine ulaşmak (Zuhruf 43/44), Vahye karşı hiçbir kuşkuya kapılmamak (Bakara 2/26), akletmek (Yunus 10/100), iman etmek (Bakara 2/121), hükme teslim olmak, yaşanması gereken hükmü ertelemeden salih amellerde bulunmak (Araf 7/3), ilahi vahye ters düşmekten sakınmak, muttaki olmak(Nur 24/34) ve ihsanda bulunmak(Ahkaf 46/12) gerekir.

Ayetleri anlamada zikrettiğimiz bu şartlara uyulmadığı sürece rahmetle ve bereketle karşılaşmak imkansızdır. Kura’n’ı Kerim’in üstün vasıflarının getireceği rahmete, Kur’an’da zikredilen bu şartları dikkate alan kimseler nail olabileceklerdir. Çünkü bu mesele Kur’an’ı Kerim’de net bir şekilde zikredilmiştir. Mesela Kur’an bütün insanlar için açık bir zikirdir, uyarıp korkutucu bir Kitap’tır, şifadır, hidayettir, nurdur. Ancak bütün insanlar için zikir, şifa, hidayet, nur olmasına rağmen insanların bunlara kavuşabilmesi, bu konuda zikredilen şartlara riayet etmeleriyle mümkün olmaktadır. Kur’an’ın zikrinden iman edenler, düşünüp akledenler ve korkup sakınanlar yararlanabileceklerdir.

KAYNAKÇA
1. Ferit Aydın, Tarikatta Rabıta ve Nakşibendilik, İst., Ekin Yay., 1996, s. 36.    
2. İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, Yöneliş Yay., İst., 1995, s. 275.
3. İzzet Derveze, Kur’an’ül Mecid, Ekin Yay., İst., 1997, s. 169.
4. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İst., Eser Neşr., 1979, II, 915-932.
5. Fahruddin Er- Razi, Tefsir-i Kebir, Ank., Çev: Suat Yıldırım ve Diğerleri, 1bs., Akçay Yay., 1988, c. 2, c. 112- 114.
6. Said Hakim, “Kur’an’ı Kerim”, İnsan Dergisi S. 24-25, İzmir, 1988, s. 25. 
Murat Kayacan
Bu yazı, Haksöz Dergisi’nin Kasım 1997 tarihli 80. sayısında yayınlanmıştır.