Bu yazıda Beyan Yayınları’ndan çıkan ve makalelerden oluşan Asr-ı Saadet’te İslâm adlı dört ciltlik siyer kitabının, İhsan Süreyya Sırma tarafından kaleme alınan Asr-ı Saadet Öncesinde Mekke Toplumu adlı ilk makalesi bağlamında o dönem hakkında birtakım değerlendirmelerde bulunacağız.

Cahiliye, İslâm gelmeden önceki Mekke tarihi olarak tanımlanabilir. Bu ismin verilmesinin nedeni o toplumda İslâm’a aykırı fiillerin işleniyor olmasıdır. Gerek İslâm tarihin ve gerekse diğer İslâmî ilimlerde geçen cahiliye tabirinin kullanımlarına baktığımızda bunun dindeki sapkınlıklar olduğu görülür ki, bugünkü anlamda cehaletle,  yani kültürel, ya da sosyal bilgisizlikle çok fazla ilgili değildir (Sırma, I: 75). Asıl adı Amr, künyesi de Ebu’l-Hakem olan kimseye Hz. Muhammed (s)’in Ebu Cehil lakabını takması da (Kapar, X: 117) bu değerlendirmeyi doğrular niteliktedir.

Cahiliye kelimesi Kur'an’da dört yerde geçmektedir ve bu ayetler; münafıkça hareketleri (Âlu İmran, 3: 154), Allah’tan başka birilerinin hüküm koymasını (Maide, 5: 50), kadınların uygunsuz hareketlerde bulunmalarını (Ahzab, 33: 32-33) ve Müslümanların Kâbe’yi ziyaretten alıkonmalarını (Fetih, 48: 26) cahiliye kapsamında konu etmektedir. Bu ayetleri ele alan yazar, hadislerden de delil getirerek, cahiliyenin yapısında işkenceciliğin de bulunduğunu ifade etmektedir (Sırma, I: 78).

Sırma, makalesinde yaklaşık sekiz sayfa Kâbe’nin ilk bânisi olduğu söylenen Hz. Âdem ve eşinden ayrıca zamanla hasar gören bu kutsal mekânın temellerini yükselten Hz. İbrahim’den bahsetmektedir. Toplam 25 sayfalık bir cahiliye dönemi yazısı için bu uzunlukta bir ayrıntı gereksizdir. Bu nedenle makalenin o kısmı üzerinde durmamıza gerek yoktur.

Sırma’ya göre, Hz. Muhammed (s)’in doğumu sırasında, daha öncekilere ve hatta daha sonrakilere nazaran çok değişik bir idare tarzı uygulanan Mekke’de, ne krallık, yani monarşi ne de bugün anladığımız anlamda bir demokrasi vardı (Sırma, I: 83). Bu, oldukça abartılı bir ifadedir. Cahiliye dediğimiz şey, zaten gayr-ı İslâmî yönü ağır basan zulüm temelli insanî bir düzendir. Mekke toplumundakini “eşi benzeri olmayan bir insanî tecrübe” olarak görmek doğru değildir. Sırma’dan farklı olarak Hamidullah, Cahiliyedeki durumun “eşitlik esasına dayalı bir tür demokrasi ya da eş başkanlık sistemi” olarak görülebileceği kanaatindedir (Hamidullah, I: 22). Belki bu düzeni, “demokrasi değil de kabile yöneticileri arasında iktidarın dönüşümlü el değiştirdiği bir düzen” olarak tanımlamak daha doğrudur. Yine Sırma’nın Mekke ehlinin putperestliğini “Hem Allah’a hem de put heykellerine tapıyorlardı.” deyip (Sırma, I: 86) bunu “çok değişik” bulması da gariptir. Mekke’deki putperestliğin diğer coğrafya ve zamanlarında ortaya çıkan putperestlik örneklerinden pek de farklı bir yönü yoktur.

Sırma’nın, makalesini bir tebliğci hassasiyeti ile kaleme aldığını söylemek mümkündür. Put heykellerinden (Sırma, I: 84), Hz. İbrahim’in kırdığı heykelleri o ülkedeki sistemi temsil ettiğinden (Sırma, I: 85) Mekke’de put heykellerine saygı gösterildiğinden, bayramların, önemli günlerin ve seyahatlerin bu put heykellerinin ziyaret edilmesinden (Sırma, I: 87) sonra başladığından bahsetmesi buna örnek olarak verilebilir.

Yazıda putların fayda veya zarar vermekten uzak oluşlarıyla, onların yok edilmelerine dair ayetleri gayet güzel izah edilmektedir. Put heykeline gösterilen saygı, putun temsil ettiği kimselerin düşüncelerine olan bağlılığın göstergesidir böyle algılanmayacak olursa, insanların bir demir parçası olan heykel önünde saygıya durmaları ne ifade eder (Sırma, I:84)?

Sakinlerinin çoğu putperest olan Mekke’de az sayıda da Hıristiyan belki de tek tük Yahudi vardı (Sırma, I: 85). Kâbe’nin içinde Hz. İsa ve Meryem tasvirlerinin mevcut olduğu bilgisi (Hamidullah, I: 26), Sırma’nın Mekke’de Hıristiyanların var olduğunu söylemesini destekler niteliktedir. Bu tasvirler aynı zamanda, Mekkelilerin şirkinin “tekçi” olmadığını, belki de ticari düşündüklerini, bu doğrultuda Kâbe’nin içine müşriklerin Ehl-i Kitap olanlarının tasvirlerini koymalarını sorun etmediklerini söylemeyi de mümkün kılmaktadır. Bu anlamda onlarınkinin liberal bir şirk olduğu söylenebilir.

Yazar, şirk ile putperestliğin ayrı şeyler olduğuna işaretle, putperestliğin müteal (aşkın) bir Tanrı inancı içermediğini söylemektedir. Ona göre, şirkte durum tamamen farklıdır. Aslında Mekkeliler Allah’ı biliyor, O’na inanıyorlardı. Hatta inanmakla yetinmiyor, O’nun Kâbe etrafında tavaf ediyor, O’nun adına kurbanlar kesiyorlardı (Sırma, I: 88). Bu yaklaşıma göre Mekkeli müşriklerin şirki, putperestlik olmamaktadır. Halbuki Mekkelilerin inandığı tanrı “göklerden ve yerden rızık veren, kulaklara ve gözlere malik olan, diriyi ölüden çıkaran ve ölüyü diriden çıkaran ve işleri evirip-çeviren” (Yunus, 10: 31) bir tanrıydı ve onlar böyle bir “müteal” tanrı telakkisine sahip olmalarına rağmen aynı zamanda putlara da o müteal tanrıya yaklaştırmaları için tapıyorlardı.

Sırma’nın Hz. Peygamber (s)’in dedesi Abdulmuttalib’in bir rüyasını nakli, bu rüyanın Müslüman zihninde Hz. İbrahim’e aktarıldığını akla getirmektedir: “Abdülmuttalib’in sadece bir oğlu vardı. Allah’a şöyle yalvardı: Ya Rabbi! Benim on oğlum olursa, birini Senin için kurban edeceğim!” (Sırma, I: 92).

Yazar, Hz. Peygamber (s)’in; asabiyet, kadın, borç meselesi ve haram ayların ihlaliyle patlak veren Ficar savaşlarından (Algül, XIII: 52) son ikisine katıldığını söyleyen Hamidullah’tan farklı olarak (Hamidullah, I: 51) birine katıldığını ve onun bereketiyle Kinane kabilesinin Kays’ı yendiğini söylemektedir (Sırma, I: 93). Süheylî, Hz. Muhammed'in bu savaşlara fiilen iştirak etmediğini, onun haram aylarda ve müşrikler arasında cereyan eden bir savaşa katılmasının mümkün olmadığını, Allah’ın ancak i'lâ-yi kelimetullah için savaşa izin verdiğini söyler. İkinci rivayete göre ise, Hz. Muhammed amcaları ile birlikte katıldığı bu savaşta ok atmış ve bundan dolayı pişman olmadığını beyan etmiştir (Algül, XIII: 52). Sırma’nın yaptığı gibi, henüz peygamber bile olmamış olan Hz. Muhammed’in bir savaşa bereket getirdiğini söyleyip, ardından da risaletin gelişinin ardından yapılan Uhud savaşında niçin bu bereketin tezahür etmediğini izah etmek kolay olmasa gerektir.

Sırma’nın dört ciltlik siyerdeki makalesi bir kısım tutarsızlıklar gösterse de siyer bilgilerini okura hikâye gibi sunmamakta aksine o bilgileri güncel meselelerle olan ilgisi arasında bir tebliğci vasfıyla irtibat kurmaya çalışmaktadır.
Kaynakça
Algül, Hüseyin, “Ficar”, İslam Ansikl., TDV Yay., İst., 1996.
Aktaş, Faruk, Kur'an’da Cehalet Kavramı, Ekin Yay., İst., 2001.
Sırma, İhsan Süreyya, “Asr-ı Saadet Öncesinde Mekke Toplumu”, Bütün Yönleriyle Asr-ı  Saadet’te İslâm (edisyon), 4 c., Beyan Yay., İst., 2006.
Hamidullah Muhammed, İslâm Peygamberi, (çev: Salih Tuğ), 2. c., İrfan Yay., İst., 1993.
Izutsu, Toshihiko, Kur'an’da Allah ve İnsan, Yeni  Ufuklar Neşr., İst., ts.
Kapar, Mehmet Ali, “Ebu Cehil”, İslam Ansikl., TDV Yay., İst., 1994.



Yazı Künyesi! Bu yazı Haksöz'ün 212. (Kasım 2008) sayısında yayınlanmıştır.