Müslümanlar sosyal bir meselede tavır belirleme konusunda genel itibarıyla bir ucunda tekfirciliğin bir uçta da mürcie tavrının bulunduğu bir çizgi üzerinde gidip gelmekte ve kendi dışında gördüklerini “aşırı olmakla” itham etmektedirler. Acaba bu bağlamda, mezhepler net bir şekilde hak ve bâtıl mezhepler şeklinde iki gruba ayrılabilir mi? Sosyal bir gerçeklik olarak mezheplerin tavırlarının somut problemlerle irtibatı görmezden gelinebilir mi? Aşırı bulunan görüşler tüm zaman ve mekânlarda aşırı mıdır yoksa bazı dönemlerde gayet de makul teklifler mi önermektedirler? Tekfire, Mürcii bir tavra ya da ikisi arasında bir yerde durulmaya meyledildiğinde ölçü nedir?

Yukarıdaki sorular bağlamında İslam tarihine baktığımızda, Haricilerin iman-amel konusunda başlattıkları tartışmanın kısa zamanda çok sert bir çatışma ortamının doğmasına neden olduğu söylenebilir. İman-amel özdeşliğini savunan Hariciler, İslam dairesini daraltıp, sadece dinî (büyük günah işleyenin durumu) değil, potilik görüşlerini de (Hz. Osman ve Ali’nin durumu) iman konusuna dahil ettiler. Müslümanların çoğu onların gözünde İslam  dairesinin dışında kalıyordu. Onlar inkârcı olarak gördükleri herkesi yok etmeye çalıştılar. Bu büyük fitne ve iç savaş toplumda korku ve dehşete yol açmasının yanında çözüm arayışlarına da hız verdi. İşte Haricilerin, şüpheciler (şükkâk) şeklinde adlandırdığı Mürcienin[1] rolünü bundan sonra aramak gerekir. Çünkü imanı amelden ayıran Mürcie, günahlarından dolayı kimsenin İslam dışına itilemeyeceğini, bu konuda hükmün Allah’a bırakılması gerektğini savundu. Bu görüş dini olmaktan çok toplumsal ve kültürel imaları açısından önemlidir. Bir arada yaşama ve farklılıkları hoşgörme mesajı taşıyan irca görüşü, zamanla Ehl-i Sünnet tarafından da -bazı revizyonlarla- benimsendi. Mürcie tam teşekküllü bir mezhep değil, siyasal dengeleyicilik ve ortayolculuk arayışlarının bir yansımasıydı ve tarihsel rolünü yerine getirdikten sonra teolojik mirasını (ümmetin yaklaşık %85’ini oluşturan) Ehl-i Sünnete devredip ortadan kalktı.[2]

Ehl-i Sünnet’in Mürice’nin mirasından önemli ölçüde yararlandığı bir gerçektir. Ancak Mürcie neden sapık bir mezhep haline geldi? İlk bakışta Mürcie’nin Haricilere karşı bir kalkan görevini gördükten ve Haricilik iyice etkisini yitirdikten sonra bu mezhebe gerek kalmadığı yolunda bir açıklama yapılabilir. Bu açıklama İslam’ın siyasi ve dinî merkezi sayılan bölgelerdeki gelişmeleri izah etmektedir.[3]

Kimlikler netleştikçe bunların tanımlarındaki keskinlik de o oranda belirginleşmekte dışlayıcılık ögesi de güçlenmektedir. Bu nedenle Ehl-i Sünnet ile Mürice arasındaki teolojik yakınlaşmayı anlamak için İslam’ın erken dönemlerine geri dönmek gerekir. Hariciliğe karşı tutum nedeniyle oluşan “Amel imandan bir cüz değildir. Büyük günah sahibi kâfir değildir. Onun durumunu Allah’a bırakmak gerekir.” görüşü bir sistemin değil, bir yönelimin ifadesidir. Bu yönelimin ne gibi bir teolojik yapıya dönüşeceği, bir sistemleşme sorunudur. Hangi akımın onu sahiplenip kendine mal edeceği sorunudur. Bu bakımdan “Amel imandan bir cüz değildir, büyük günah işleyen kâfir değildir, onun durumunun ne olacağını bilmeyiz, mümin olduğunu düşünürüz.” önermelerine dayanan irca görüşü kendinden daha sert ve kesin hükümler içeren teze karşı değillemelerle ilerleyen rahatlatıcı bir işlev üstlenmişti. Mürice agresif bir görüşü dengelemeye çalıştığı için tam da bu nedenle doğası gereği ılımlı olmak durumundadır. Bu, çoğunlukla her şeyi ve herkesi yargılama aşırılığının yol açtığı teolojik ve politik tansiyonu düşürme, ortamı dengeleme ve yatıştırma ihtiyacına denk düşmektedir. Bu görüşün sıkı temellendirilmiş dogmalara göre değil, de daha çok hayatın gereklerine göre yaşamaya eğilimli kesimler tarafından benimseneceği kolaylıkla tahmin edilebilir.[4]

İslam vasat bir dindir ve Müslümanlar da vasat ümmet olmalıdırlar. Bu vasatlık durumun vehametine göre, Müslümanlara karşı fiili savaş yürütenler söz konusu olduğunda tekfire doğru ancak Müslümanca bir düzen kurmanın gündemde olduğu zamanlarda da Müricie’ye doğru giden bir çizgide olması her iki hadisenin (düzen yıkma ve kurma) tabiatı gereğidir. Aşırı bulduklarımızı değerlendirirken buna dikkat etmek gerekir. Her iki açıdan vahyi ölçüleri dikkate almayıp aşırı gidenler ahirette hesabını vereceklerdir. Ölçü şu ya da bu mezhebe/eğilime yakın olmak değil adalettir.

En doğrusunu Allahu Teala bilir.

13 Eylül 2012 (Memleket Gazetesi)



[1] Kutlu, Sönmez, “Mürcie Mezhebi: Doğuşu, Fikirleri, Edebiyatı ve İslâm Düşüncesine Katkıları”, Çorum İlahiyat Fak. Derg., Çorum, 2002/1, s. 172.

[2] Evkuran, Mehmet, “Hanefi-Maturidî Kelam Sistemi Üzerine”, EskiYeni Derg., S. 25, Ank., 2012, s. 22. Eşari’nin Mürcie’yi on iki kola ayırmaktadır bkz. Salih, Suphi, İslam Mezhepleri ve Müesseseleri, (çev: İbrahim Sarmış), Düşünce Yay., İst., 1981, s. 113. Bu dikkate alındığında yekpare bir Mürcie’den söz edemeyeceğimiz bir gerçektir.

[3] A.y.

[4] A.g.m., s. 23.