Tanrıya dair abuk sabuk sözler
Yeni Şafak yazarı Dücane Cündioğlu Taraf Gazetesinin 5 Şubat 2010 tarihli anketine verdiği yanıtlardan ikisi gayet sorunlu idi: “Kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz? / Tanrı” ve “Öldüğünüzde Tanrı'nın size kapıda ne söylemesini isterdiniz? / "Sana hâlâ inanıyorum!” Bu problemli cevaplara yapılan itirazlara Cündioğlu gazetedeki köşesinden yanıt verdi.
Ne var ki, yanıt içerikli yazısı pek sadra şifa görünmüyordu. İlk soruya verdiği cevap dikkate alındığında “Dücane’nin kendisi olmama durumunda Tanrı olmaya gücünün yettiği” sonucu çıkarılabiliyordu. Yine diğer soruya verdiği problemli cevapta ise inanma konusunda Fail Allahu Teala inanmanın konusu ise Cündioğlu idi. Yazının sonunda da biraz muğalataya müsait şekilde Cündioğlu kendisini üstad pozisyonuna koyarak, “Benim rabbim Mü'mindir ey talib, bana inanır! Ya seninkisi?” ifadelerine yer veriyordu. Halbuki Allahu Teala’nın müminliğinden söz edeceksek bu müminlik Gönüllere iman veren, kendisine güvenenlere emniyet sağlayan ve ferahlık bahşeden anlamında değil midir? “O’nun müminliği” deyince Cündioğlu’na iman ettiği kimin aklına gelir/gelmeli?
Tabi ilahiyat konusunda laubalilik sadece Cündioğlu’na has değil. Daha önceleri de benzer çıkışlar olmuş ancak bu çıkışlara küfür ve şirk değil “şatahat” denilerek nisbi de olsa bir meşruiyet alanı oluşturulmuş. Bu sıralar elimde müteveffa Selçuk Üniversitesi Erol Güngör’ün (ö. 1983) İslam Tasavvufunun Meseleleri (Ötüken Yay., 1998) adlı eseri var. Kitabın son kısmına önemli görülen birkaç metin ek olarak yerleştirilmiş. Bu eklerden birinde de mutasavvıf büyüklerinden Bâyezid Bistamî’nin (ö. 846) “haddi aşan” sözlerini de içeren bir metin mevcut. Oradan bazı aktarımlarda bulunayım:
“Seninle benim halim nasıldır?” dedim. Bana “Ben seninle Senim, Senden başka Allah yok.” dedi.
Dedi: “Sana kim bildirdi?” Dedim: “Soran sorulandan daha iyi bilir. Cevap veren Sen’sin, cevap verilen de Sen. Sual soran Sen, sual sorulan da Sen.”
Arayan Sen’sin, aranan da Sen. Arzu Sen’den kesilmiştir, talep Seninle Senden kesilmiştir. (…) şunu dedi: “Haktır konuştuğun, Haktır işittiğin, Haktır gördüğün, Haktır tasdik ettiğin.”
Dedi: “Sen Hak’tan başka bir şey değilsin, söylediğin de Haktır.”
Beni kendi vasıflarıyla vasıflandrdı ki hiç kimse o sıfatlara ortak değildir. Sonra şöyle dedi: “Benim tekliğimde tek, yeganeliğimde yegane ol. (…) Kim seni görürse Beni görecek kim seni ararsa Beni arayacak, ey benim yeryüzündeki nurum.”
Dedi ki: “Nasıl da iyi biliyorsun ey kulum!” Dedim ki: “Bilen Sensin bilinen de Sen. Tek kılan Sensin, tek olan Sen.”
Beni hangi ismiyle çağırdıysa ben O’nu o isimle çağırdım, beni hangi niteliği ile nitelendirdiyse, ben O’nu aynı şeyle nitelendirdim.
Kendi zatıyla bende tecelli etti; (…) şöyle dedi: “Ey Sen!” Ben de onunla dedim: “Ey Ben”. O zaman bana “Sen teksin” dedi. Ben de “Ben Tekim" dedim. Bana “Sen Sensin” dedi. Ben de “Ben Benim” (dedim).
Ve benim sıfatlarım Tanrılığın sıfatları oldu.
Benim sıfatlarım Tanrılığın sıfatları, benim sözlerim ezeliyet ve ebediyetin sözleri (…) idi.
Demek ki abuk –şeytanın vesveselerine uyup- sabuk sözler sarf etmenin tarihi yeni değilmiş. Bu bir eğilim imiş. Haddi aşmanın tarihi bir dönemi olmazmış. İslam dinini kabul edip “İslam itikadının asla tasvip etmeyeceği sözler sarfetmek” ucübeliği her dönemde karşımıza çıkabiliyormuş.
Vefat edenlerin hesabı artık Allahu Teala’ya ait. Vefat etmeyenlerin de tövbe ve kendini ıslah imkânı mevcut.
16 Aralık 2010 (Memleket Gazetesi)