Önceki yazımda Tanrı’ya dair sarf edilen abuk subuk sözlere ilişkin örnekler vermiştim. Geçtiğimiz hafta sonu, bu türden sözlere “ne yazık ki güzellemeler içeren” bir yazı okudum. Mustafa Öztürk’ün kaleme aldığı “Tanrı İnsan İlişkilerinde Sivilliğin İmkânı” adlı yazı Eski Yeni Dergisi’nin 19. Sayısında (Sonbahar 2010) yayınlanmış.
Öztürk göre, “Sivil; resmi, sûrî olmayan ve sıcaklık, içtenlik, teklifsizlik gibi içermelere sahip bir kavram. İnsan ile Allahu Teala arasındaki ilişki sivil ve gayrı resmi şekilde tezahür etmelidir, arzu edilen de budur.”
Bu ifadelerden anladığım kadarıyla Kitabî olmayan din Tanrı ile sıcak ilişki kurmamıza yardımcı olmaktadır. Acaba “Hıristiyanlıkta’ki tanrı telakkisine benzer bir şey mi bu sivil Tanrı-insan ilişkisi?” diye insan merak ediyor. Hıristiyan telakkide Hz. İsa Tanrı’nın oğlu hatta kendisidir. Dolayısıyla İslam’dakinin aksine o telakkiye göre, Tanrı kullarına yakın olmuş, O’na dokunabilmişler, onunla sohbet edebilmişler ve O’nu görebilmişlerdir.
Yazar, “İman sayesinde ortaya çıkan ilişki; İlhami Güler’in ifadesiyle, insandan Allah’a doğru şükran, huşu, saygı ifadesi, Allah’tan insana doğru ise sevgi ve yardım ilişkisidir. İmanda güven, saygı şükran, duygu ve coşku gibi unsurlar zindelik ve tazeliğini yitirmişse, bu kertede ancak imanın ölmüş ve donmuş hali olan itikattan (dogma) söz edilebilir.” demektedir. Bu naklin ardından akla şu sorular geliyor: Allahu Teala’dan korkulmaz mı? O, tehdit etmez mi, sakındırmaz mı ya da cezalandırmaz mı?
Öztürk samimi sıcak Tanrı-insan ilişkisine dair aktarımlarda bulunmakta: “Ben maşukumun kendisiyim. O da ben, diyen Hallac, gerekse her şeyi ‘Bir’den ibaret gören ve kendisine bizzat kendi içinden ‘Ey sen ki Bensin!’ diye nida edildiğini söyleyen Bayezid’in şatahatı, Allahu Teala ile insan arasındaki sivil, samimi ve sıcak bir ‘Ben ve Sen’ ilişkisinden zuhuru gayet tabii olan ve Allah ile derin muhabbetlerinden dolayı girdikleri sekr (sarhoşluk) halinde söylenmiş ifadeleridir.” Peki, soralım o zaman bu hal istenen bir şey ise niçin o sözlerin sahipleri onları akılları başlarındayken değil de sekr halinde sarf ediyorlar?
Öztürk’e göre, “Bu sözler sufinin Allahu Teala ile gerçek iman, derin muhabbet ve aşk ilişkisinden zuhur eden manevi haller ile bu hallerden dolayı dile dökülen ilginç (?) sözlerdir. Bu sözlerden kastedilen gerçek mana ve maksat dil eksenli beyanî epistemolojinin kıstasları ile tayin ve tahdit edilemez. Söz konusu ilşki Hallac’a pekala ‘enelhak’ dedirttiği gibi, Muhyiddin İbnu’l-Arabi’ye de Allahu Teala’ın  dilinden ‘Ey sevdiğim! Sana kaç kez seslendim, işitmedin. Kaç kez sana Kendimi gösterdim, görmedin; sana kaç kez Kendimi kokularda hissettirdim; ama o kokuyu hissetmedin.’ diye söyletir.” Yazara yine soralım: Bu sözleri Allahu Teala’nın söylettiği kesin midir? Şeytanın söyletmiş olma ihtimali sıfır mıdır? Yoksa, “Dil eksenli beyani epistemoloji” sadece “avamı” mı bağlar?
Öztürk şatahat denilen sözlere destek mahiyetinde Kur'an’dan da örnekler vererek onların “nazlanma ve serzeniş” olduğunu ileri sürmektedir. Ona göre, Kur'an-ı Kerim’de Allahu Teala’ya şikayette bulunan bir kadından (Mücadile suresi) söz edilmesi, insanın kendini yalnız hissettiği anlarda Allahu Teala’ya ne kadar teklifsiz hitapta bulunabildiğini göstermektedir. Halbuki kadının şikayetçi olduğu kişi kocasıdır. Öztürk, şikayet edilen merci olan Allahu Teala’yı –anladığımız kadarıyla- sanki “şikayet edilenin kendisi” gibi  takdim etmektedir.
Öztürk’ün insanları “hidayet” olan Kur'an-ı Kerim’e yönlendireceğine onun dışına çekip methettiği “sivil ve samimi” olduğunu ileri sürdüğü “Kitabilikten uzak” bir dindarlığa teşviki fevkalade yanlıştır. Öztürk tenzihçi anlayışın Tanrı-insan ilişkilerinde zararının daha fazla olduğunu söylese de biz Allahu Teala’ya kul olmanın şuuruyla O’nu “haddi aşan” sözlerden tenzih etmeye devam etmeliyiz.
Not: Allahu Teala’dan size 2011 yılında 2010 yılından daha fazla “cennete götürücü” işler nasip etmesini diliyorum.

30 Aralık 2010 (Memleket Gazetesi)