Mikail Bayram tanıdığım en mütevazi, heyecanlı ve birikimli ilim adamlarından birisi. Farsçası, Arapçası, Azericesi gayet güçlü. Bir de yanına İngiliz dilini ekleyebilmiş olsaydı bence dünya, tarihçi olarak Türkiye’den sadece Halil İnalcık’ı  bilmeyecekti.

Konya’nın duayen kitapçısı Mustafa Çalışkan, Bayram’ın yeni kitabı Sadru’d-Din-i-i Konevî’yi Muş’a gelip bizzat takdim etti. Bu yazıda Bayram’ın bu yeni eserinden yola çıkarak tarikatların siyasetle ilişkileri, onlara yüklenen imajın doğru olup olmadığı, vatan duygusunun fıtriliği iddiası, döneminin etkin figürleriyle Konevî’nin ilişkileri ve yaşadığı fikri değişim üzerinde duracağım.

Bayram’ın belirttiğine göre Türkiye/Anadolu Selçukluları dönemi, büyük ölçüde birbirinden nüanslarla ayrılan pekçok dini ve fikri zümreden kaynaklanan fikri hareketler bakımından çok renklidir: Abdallar, Ahiler, Haydariler, Kalenderler (Cavlakîler), Mevleviler, Babaîler, Bektaşîler, Şemsîler, Evhadîler, Rufaîler, Ekberîler, Kübrevîler vs. Bu zümreler yalnız Anadolu insanını teşkilatlandırmakla kalmıyor, bugünkü siyasi partilerin yaptığı gibi tabanda kültürel ve siyasi kadrolaşmayı da sağlıyordu. Her tarikat ve dini zümre, desteklediği şehzadeyi ve onun siyasi kadrosunu iktidara getirmek için faaliyet göstermekteydi.[1]

Bayram, kitabında Anadolu Selçukluları dönemindeki tasavvufi hareketlerin siyasi konularla da ilgilendiklerine dair iki örnek vermekte: “Babaîler İsyanı[2] diye bilinen Türkmen hareketleri bu tür bir siyasi-dini (tasavvufi) harekettir. Mevlana ve hocalarının başlattığı ve 13. Yüzyılın sonlarındaki “Mevlevilik” diye adlandırılan hareket de aslında 1262 yılından itibaren uzun bir süre iktidar olmuş siyasi-dini (tasavvufi) bir harekettir. Mevlana’nın mektupları ve sohbetleri incelendiği zaman onun devrinin siyasileri ile iyi ilişkiler içinde bulunduğu ve belli bir siyasi kadronun fikri tabanını oluşturmaya yönelik faaliyetleri olduğu rahatlıkla fark edilebilmektedir.[3]

Bayram’ın yukarıda tarikatlar hakkında söylediklerinden yola çıkarak tarikatların gayr-ı siyasi oldukları imajının aslında onlara yüklenen ve mecbur kaldıkça onların da sahiplendikleri bir imaj olduğunu söyleyebiliriz. Zaten hiçbir çevre ne kadar istese de kendisini siyasetten soyutlayamaz. “Siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım.”[4] demek de bir tür siyasi tavırdır. Benzer bir imaj Hıristiyanlığa da yüklenmekte ve Hıristiyanlık bir sevgi dini olarak “sınırlanmaya” ve öyle takdim edilmeye çalışılmakta ve İncil’deki şu ayet adeta gözlerden kaçırılmaktadır: “Yeryüzüne barış getirmeye geldiğimi sanmayın! Ben barış değil kılıç getirmeye geldim.”  (Matta, 10: 34).

Türkiye Selçukluları devrinde Anadolu’daki en ünlü ilim ve fikir adamlarından birisinin (Endülüs kökenli Mecdüd-Din İshak’ın oğlu) Sadru’d-Din-i el-Konevî (ö. 1274) olduğunu söyleyen Bayram, onun Malatya’da doğduğunu belirtmekte. Peki, niçin Malatya’da doğduğu halde ona Konevî (Konyalı) denilmiş de Malatyalı (Malatî) denilmemiş? O dönemde belli bir süre bir yerde ikamet eden kişi, orada doğmuş olmasa bile oralı kabul edilmekteydi. Konevî de ömrünün 30 yılını Konya’da geçirmişti.

Günümüzde de kişinin memleketinin neresi olduğu Türkiye Selçukluluları dönemindeki gibi değil mi? Türkiye’de milli duyguları çok güçlü kişiler/kesimler bile “Eninde sonunda Ortaasya’ya yerleşeceğiz.” Demiyorlar çünkü artık vatanları Türkiye. Ülke içinden örnek verecek olursak, İstanbul’da Sivaslı kökenlilerin çok olmasına rağmen artık onların da anketlerde kendilerini İstanbullu olarak tanımlamaları bu “vatan” vurgusunun fıtri değil hissi bir şey olduğunu göstermekte. Bu hisse dini bir dayanak bulmak isteyenler, Hz. Peygamber (s)’den, “Ey Mekke! Müşriklerin eziyeti olmasaydı seni bırakmazdım.” şeklinde bir aktarımda bulunmaktalar. Ne var ki, o dönemde Müslümanlar vatanlarını terk ederek tarih yazdılar. Sonra Mekke’yi fethetmelerine rağmen Rasulullah (s) tekrar Medine’ye dönmeyi tercih etti.

Kitapta belirtildiğine göre, Sadru’d-Din-i Konevî, İslam Dünyasında “Ekberiyye” diye bilinen fikri hareketi başlatan –Konevî’nin de üvey babası- Muhyiddin İbnü’l-Arabi’nin yetiştirdiği en tanınmış talebesidir ancak 1262 yılında Moğolların desteklediği IV. Rüknü’d-Din Kılıçarslan’ın iktidara gelmesiyle Ahi Evren Hace Nasîrü’d-Din (Nasreddin Hoca) da dahil yakınlarının bir bir öldürülmesiyle fikri bir dönüşüm yaşamış İbnü’l-Arabi’nin sapkın vahdet-i vücut felsefesiyle[5] meşgul olmayı bırakıp hadis ilmine yönelmiştir.[6] Moğolların tüm taleplerini yerine getirmek zorunda kalan Pervane Süleyman’ın yönetimde birinci  derecede söz sahibi olduğu dönemde (1261-1278) Konevi, (özellikle hayatının son 7-8 yılında hadis okumaya ve okutmaya)[7] hadis ve tefsire dair eserler yazmaya yönelmiştir.[8] Ömrünün son demlerinde içine düştüğü pesimist halet-i ruhiye ve okuduğu/okuttuğu tefsir ve hadise dair eserlerin etkisiyle “Selefi” bir çizgiye kaydığı söylenebilir.[9]

Sadru’d-Din-i Konevi’den on ay kadar önce ölen Mevlana[10] ile Konevî arasında politik bir ihtilaf olduğunu söyleyen Bayram’a göre, Mevlana Moğol yanlısı bir politik faaliyet içindeyken Konevî Moğol iktidarı ile mücadele içinde olan Türkmen ve Ahilerin yanında yer alıyordu.[11]

İlgi alanınıza giriyorsa el yazması eserleri gün yüzüne çıkaran Mikail Bayram’ın sadece bu eserini değil tüm eserlerini okumanızı tavsiye ederim.



[1] Bayram, Mikail, Sadru’d-Din-i Konevî, Hikmetevi Yay., İst., 2012, 10.

[2] Bayram’a göre bu isyana Konevî’nin sempati duyduğu kesindir bkz., a.g.e., s. 72.

[3] A.e., s. 10-11.

[4] İlk defa Muhammed Abduh’un (ö. 1905) kullandığı bu ifadeyi Said Nursi’nin (ö. 1960) ondan almış olması muhtemeldir bkz. Hocaoğlu, Sami, “Siyaset ve Haysiyet”, Yenişafak, 25-Mayıs-2007.

[5] Vahdet-i vücut eleştirileri için bkz. Kayacan, Murat, “İbnu Teymiye’nin Vahdet-i Vücut Eleştirisi”, Haksöz, S. 178, İst., 2006.

[6] Bayram, a.g.e., s. 83, 84.

[7] A.e., s. 101.

[8] A.e., 85, 86.

[9] A.e., s. 101.

[10] A.e., s. 92.

[11] A.e., s. 88.