Haksöz dergisi yazarı Hamza Türkmen geçtiğimiz cumartesi günü Sun TV ve Konya’daki vakıf ve derneklerin oluşturduğu teşekkülün konuğuydu. Onu dinledikten sonra, Fikret Başkaya’nın sendika.org sitesinde yazdığı Misak-ı Milli konulu yazısına tekrar bakma ihtiyacı hissettim.
Misak-ı Milli millet sözleşmesi anlamına geliyor. Osmanlı sisteminde topluluklar dinlerine göre isimlendiriliyordu. Müslüman, Hıristiyan ya da Yahudi milleti gibi. Milli Mücadele dönemi olan 1919-1922 yılları arasında Millet kavramı hâlâ dinî bir içeriğe sahipti, etnik bir nitelik taşımıyordu. Mustafa Kemal de 1 mayıs 1920’de BMM deki konuşması bunu doğrulamaktadır: “[Büyük Millet Meclisi’ni] teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkez değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı İslamiyedir.”
Lozan Konferansı toprakların elden çıkmaması açısından, Misak-ı Milli’nin de gerisindeydi. Türkiye Lozan’da fiilen olmasa da hukuken hålâ Osmanlı İmparatorluğuna ait olan Suriye, Irak, Lübnan, Filistin’in manda yönetimlerine bırakılmasını kabul etti. Batı Trakya, Ege adaları, Musul, İskenderun sancağı [bu günkü Hatay vilayeti], Batum [Gürcistan sınırlarına dahil edildi] Misak-ı Milli’ hilafına “çözüldü” Bu durum, yenilginin nasıl bir zafer olarak sunulabildiğinin ve buna insanların nasıl inandırıldığının ibret verici bir örneğidir. Bu bağlamda Misak-ı Milli’ye dahil olan Musul’un savaşsız, çatışmasız İngilizlere bırakılması göz ardı edilmemeli ve hâlâ duyduğumuz “Kerkük Türk’tür, Türk kalacak!” türü nutukların gerçekçiliği/sahihliği üzerine iyice düşünülmelidir. Misak-ı Milli’ye dahil olmayan Kıbrıs için ‘barış harekâtı’ düzenlenip adanın kuzeyine asker indirilmesi de Misak-ı Milli’nin içeriğini iyice sorgulanır kılmaktadır.
Gerek Misak-ı Milli beyannamenin birinci maddesi, gerekse de Mustafa Kemal’in 18 Aralık 1919 tarihli demeci, daha işin başında çelişkiyi ortaya koyuyor:” [...]devlet için milli yeni bir hudut kabul ettik [...] Bu hudut ordumuz tarafından silahla müdafaa olunduğu gibi aynı zamanda Türk ve Kürt anasırıyla meskun aksamı vatanımızı tahdit eder”. Anlaşılıyor ki, Kürt yurdu olan Musul Vilayeti 2 Kasım 1918’den itibaren İngilizlerin işgali altında olduğuna göre, Kürdistan’ın bölünüp-parçalanmasına razı olunmuş ve bu durum sorun da edilmemiş. Lozan Konferansı’na giden heyetin Türkleri ve Kürtleri temsil ettiği, Misak-ı Milli’nin Türklerin olduğu kadar Kürtlerin de Misak-ı Milli’si olduğu şeklindeki ifadelerin lafzından ziyade ruhu dikkate alınırsa, asıl niyetin Kürtleri Türkleştirmek olduğunu söylemek mümkündür.
Görüldüğü gibi Misak-ı Milli sınırları aslında şu an Türkiye’nin üzerinde bulunduğu topraklardan çok daha fazlasını ve üzerindeki hilafeti korumayı öngörse de bu öngörüye uygun hareket edilmemiştir. Ayrıca İslâm ümmetinin diğer unsurlarından bizi kopartan mevcut sınırların tamamen Anadolu topraklarında yaşayan insanların özgürce çizdiği sınırlar olmadığını hatta Türkiye’nin sınırlarını belirleyen başlıca faktörlerin, “Bolşeviklerin Çarlık döneminde işgal ettiği topraklardan çekilmesi, ABD’nin de Sevre’den doğan haklarından vazgeçmesi ve Sovyet devriminin emperyalist dünyada yarattığı korku” olduğunu söylemek de mümkündür. Belirlenen yeni hudutlar sayesinde emperyalist çıkarları tehdit eden komünist yayılma engellenmiş ve T.C. bir tampon bölge olarak bu işlevi yerine getirmiştir.
10 Ocak 2008 (Memleket gazetesi)