İslam’ı hayatımızın tümünü kuşatan bir din olarak yeni yeni öğrendiğim günlerde tarihsellik bağlamında Pakistanlı düşünür Fazlurrahman (1919 - 1988) üzerine hararetli tartışmalar yapılıyordu. Ben de sevdiklerimin onun hakkındaki negatif yaklaşımlarının etkisiyle ona mesafeli duruyordum. Bu nedenle eserlerini pek okumadığımı söyleyebilirim. Şimdi ortalık sakinken onun “Allah’ın Elçisi ve Mesajı” (Ankara Okulu Yay., Ank., 1997) adlı eseri üzerine birkaç değinide bulunmanın tam zamanı.
Fazlurrahman, Hz. Muhammed’in doğumundan kısa bir süre önce, güney Arabistan’ın Hıristiyan lideri Ebrehe’nin, Mekke’yi istila ettiğini fakat askerleri arasında ortaya çıkan çiçek hastalığı yüzünden işgal girişiminde başarılı olamadığını ve Fil Suresi’nde bundan söz edildiğini ifade etmekte. Görüldüğü kadarıyla Fazlurrahman ayetin orijinalindeki “tayran ebâbil” (Fil, 105: 3) ifadesini, Muhammed Abduh (1849-1905)’un “Amme Cüzü Tefsiri”ndeki gibi anlamlandırmaktadır. Bu konuda Seyyid Kutub “Fizilali’l-Kur'an” adlı eserinde, Ebrehe’nin ordusunu helak edenin yaygın telakki olan “sürü sürü kuşlar” yerine çiçek hastalığı olmasının da ihtimal dahilinde olduğunu söylemekte ve en az ilki kadar onu da olağanüstü bulmaktadır. Dolayısıyla Fazlurrahman bu görüşünde S. Kutub’a (1906-1967) nazaran Abduh’a daha yakın durmaktadır.
Fazlurrahman’a göre, “Risalet açıktan yürütülmeye başlayınca, Mekke’nin ileri gelenleri hac mesviminde Arap kabile reislerine yönelik ‘Hz. Peygamber (s) aleyhinde’ bir propaganda faaliyeti yürüttüler. Fakat bu hareket Hz. Muhammed (s)’in adının ve risaletinin Arabistan’da daha yaygın bilinmesine vesile oldu.” Buradan yola çıkarak şer gördüğümüz durumlardan da bir hayır çıktığını söyleyebiliriz. Müslümanları sıkıntıya sokan Hz. Ayşe’ye iftira atılması hadisesinde  bile (münafıkların ve onların iftiralarını aktarıp duranların ortaya çıkması açısından) bir hayır olduğunu Kur'an ifade etmektedir (Nur, 24: 11). Acaba Türkiye’yi Müslümanlara zindan etme girişimi olan 28 Şubat (1997) darbesinin de Müslümanları “sağcı-devletçi çizgiden uzaklaştırdığı” şeklinde bir hayır çıkarabilir miyiz diye düşünmüyor değilim. Yine iyi maddi imkânlara sahip sağcı yönü ağır basan dini çevrelerin; “Kur'an ve Sünnet” söylemini gündemde tutan zihinsel olarak geniş, nicelik olarak dar Müslüman çevrelere yönelik “sapık, dinde reformcu, mezhepsiz” suçlamaları biliniyor. O itham edici çevrelerin ithamlarının, beklediklerinin tersine etki yaparak “öze dönüş hareketinin” daha geniş kitlelere ulaşmasına vesile olduğu söylenemez mi?
Fazlurrahman –İbn Teymiyye gibi- vahiyde şüpheye yol açan Garanik konulu rivayetlerin yaşanmış bir olaydan söz ettiği düşüncesindedir. Ona göre, Habeşistan’a göç zamanında oluşum halindeki Müslüman toplum büyük sıkıntılar içinde iken Hz. Peygamber (s) bir kez bu tanrılar lehine konuşmuş, Necm Suresi’nden uzlaşmaya dair bazı ayetler zikretmiştir. Fakat çok kısa bir süre sonra bunların hükmü kaldırılmış, şeytani ayetler olarak şiddetle teknit edilmiş ve şu an Kur'an’da bulunan ayetler onların yerini almıştır. Bu yaklaşımın aksine, Hz. Peygamber (s)’i putları övmekten beri gösterecek imkânlarımız varken, konuyla ilgili rivayetleri kurtarma gayretine gerek yok diye düşünüyorum. Böylesine bir gayreti Muhammed Hamidullah’ın (1908-2002) “Aziz Kur’an” adlı eserinde Necm Suresi 19. ayetle ilgili 14 no’lu dipnotta görmek mümkün. Ona göre, Garanik olayına dair rivayetlerde, Hz. Peygamber (s)’in dilinden döküldüğü iddia edilen "Lat, Uzza ve diğer üçüncüsü Menat hürmetine, çünkü bu üçü ulu kuğulardır ve şüphesiz şefaatleri umulan varlıklardır." cümlesi aslında olumlu cümle formunda söylenmiş bir “soru cümlesi”dir. Zaten Kur'an’da Arapların her zaman bir soru edatına ihtiyaç duymadıklarına dair üslup örnekleri (Nisa, 4: 79; Araf, 7: 115) mevcuttur. Onun rivayeti kaybetmeme konusundaki bu hassasiyeti belki de “tarihçiliğiyle” açıklanabilir.

Kur’an hükümleri tarihseldir.” denildiğinde Türkiye’deki okuyucunun aklına ilk gelenlerden birisi Fazlurrahman’dır. İslam’ın bu çağa müdahalesinin tabiiliği bağlamında sözkonusu eserin çevirisinden mealen aktardığımız şu sözlerine “Kur’an hükümleri kıyamete kadar geçerlidir.” şeklinde “doğru düşünenlerin itiraz etmesi” herhalde mümkün değildir: “İslam’da din ve devlet arasında hiçbir ayrım yoktur. İdeal olarak, dinin sadece bir yansıması ya da saydam bir aracı olarak İslam’da devlet, (dinden bağımsız bir şekilde) kendi başına mevcut olamaz. Din (İslam), beşer hayatının bütün sahaların kuşatan ve yönlendiren bir olgudur. İslam camide ve savaş alanında var olduğu kadar, çarşı-pazarda, okulda ve yasama kurumunda da yer almalıdır. Zira bütün bu alanlar İslami değerlerin göründüğü ve uygulandığı alanlardır.”

Fazlurrahman