Kur’an’da akıl kavramı ile çok yakından ilişkili olan kelimelerden (fuad, hicr, ahlâm, kalb ve nühâ) birisi de lüb kelimesidir. Bu kelime her şeyin halisi ve en iyisi olmakla birlikte daha çok dışı atılan meyvelerin içi için kulanılır. Ceviz, badem ve benzerlerinin lübbü içleridir. Bu anlamdaki lüb kelimesinin çoğulu lubûbtur. İnsanın özünü teşkil ettiği için akla da lübb denilmiştir. Bu anlamdaki lüb kelimesinin çoğulu ise elbâb, elbub veya elubbedir. Lüb hakikatleri değerlendirmede olgunlaşan akıldır.[1]
Lübbün akıl anlamındaki isim[2] olduğunu söyleyen  Ragıb el-İsfahâni’ye göre o, aklın zeki olanıdır. Buna göre her lübbün akıl olduğu fakat her aklın lüb olmadığı söylenmiştir.[3] Bunun için olsa gerek, Allahu Teala seviyesi yüksek akılların idrak edebildiği hükümleri ulu’l-elbâb ile irtibatlandırmıştır: “Allah, hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiş demektir. Bunu ancak akıl sahipleri (ulu’l-elbâb) anlar.” (Bakara, 2: 269). Bu ayetin tefsiri bağlamında uzun uzun felsefi izahlar yapılmaktaysa da[4] ayetin bağlamında konu infaktır. Ne yazık ki, insanlar Allah’ın onlara verdiği rızkı Allah yolunda harcama konusunda genel itibarıyla geri durmayı tercih ederler. Çünkü şeytan onlara “mülkiyetlerinin eksildiği” şeklinde bir vesvese verir. Halbuki “kesintisiz nimete erişmenin” yolu infaktan geçtiği gibi dünyevi ilişkilerde de infak, insana kendisini “varlıklı” hissettirir ve güzel ilişkilerin kapısını ardına kadar açar. Kur’an işte bu gerçeği anlayanın ulu’l-elbâb olduğunu bildirmektedir.
İslam hukukuna göre, bir kimse haksız yere birisini öldürürse -öldürdüğü kimsenin yakınlarının fidye alıp o katili bağışlamadığı sürece- yargı erki onu öldürmekle yükümlüdür: “Ey temiz akıl sahipleri (ulu’l-elbâb)! Kısasta sizin için bir hayat vardır. Ümit edilir ki, korunursunuz.” (Bakara, 2: 179). Kısas cezası, “insan hayatını sona erdirmesi açısından” ağır bir hükümdür. Bundan dolayı da İslam’ın, “bazı suçluların yaşam hakkını” ortadan kaldırdığını öne sürenler olabilir. Ne var ki kısasın, kan davalarını sona erdiren yönüyle insanlara bir rahmet olduğunu herkes değil ulu’l-elbâb anlayabilir. İnsanlara rahmet oluşu, yeni katil olaylarının önüne geçmesi, böylece canı koruması yönüyledir. Bunun kabul edilemez bir ceza olduğunu düşünenler, katillerin onları da haksız yere öldürmelerine –en azından teorik olarak-evet demeleri gerekir. Hiçbir kimse buna evet demez, aksine katilden intikamının alınmasını ister.
Kur’an-ı Kerim insanları en doğru yola iletir (İsra, 17: 9). Ne var ki küfür, şirk, münafıklık, fasıklık, zalimlik vs. kalbî hastalıklarla malul bazı kimseler, Kur’an’ın bir açığını bulup aleyhte kullanmak için onu okumaktadır. O kimseler, Kur'an’ın temelini oluşturan ayetleri değil, ilk bakışta hemen kavranamayan ya da gayb içerikli müteşabih ayetlerini merkeze alarak fitne çıkarmak isterler. Bu tür bir eğilime sahip olanlara ve doğru tutum takınanlara Kur’an şöyle işaret etmektedir: “O, sana Kitab’ı indirendir. Onun (Kur’an’ın) bazı âyetleri muhkemdir, onlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşabihtir. Kalplerinde bir eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onun olmadık yorumlarını yapmak için müteşabih âyetlerinin ardına düşerler. Oysa onun gerçek manasını ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar, ‘Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır.’ derler. (Bu inceliği) ancak akıl sahipleri (ulu’l-elbâb) düşünüp anlar.” (Al-i İmran, 3: 7). Müteşabih ayetlerle karşılaştıklarında derin ilim sahiplerinin tutumu bellidir. Hem muhkem hem müteşabih ayetlerin Rableri katından geldiğini bilir ve müteşabih ayetleri muhkem ayetler doğrultusunda anlama gayreti içinde olurlar. Bu doğru tutumu benimseyenler ve yanlıştan uzak duranlar da ulu’l-elbâb’tır.
Peygamberlerin gönderiliş amaçlarından birisi de, tağutluk yaparak tahakküme yönelen ve insanları özgür düşünceden alıkoyan kişi veya kurumlardan kurtarmaktır. Peygamberlerle aynı çabayı güden Müslümanları Allahu Teala şöyle müjdelemektedir: “Ve onlar ki; tağuta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan kaçındılar. Çünkü Allah'a yöneldiler. Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele! Sözü dinleyip de onun en güzeline uyanlar var ya, işte onlar Allah’ın hidayete erdirdiği kimselerdir. İşte onlar akıl sahiplerinin (ulu’l-elbâb) ta kendileridir.” (Zümer, 39: 17-18). Ayetlerden anlaşıldığı gibi, doğru olan tağuttan kaçınmak ve sözün en güzeli olan “la ilahe illallah”ı doğru anlama ve onun gereğince bir hayat sürmektir. Dünyevi ve uhrevi saadetin; tağutun reddedilmesiyle, tevhidi bir akide ve yaşayış biçimine sahip olmakla elde edilebileceğini anlayanlar da yine ulu’l-elbâb’tır.
Memleket Gazetesi (3 Mayıs 2012)




[1] Güneş, Abdülkadir, İşlevsel Akla Verilen Değer, Ahnek Yay., Van, 2003, s. 132.
[2] İsfahâni, Rağıb (h. 502), Tefsiru Râğıb el-İsfahâni, 5 c., Külliyetü’l-Adâb (Camiati Tanta), Mısır, 1999, III, 1040.
[3] İsfahâni, Rağıb (h. 502), el-Müfredât fî Ğâribi’l-Kur'an, Daru’ş-Şâmiye, Beyrut, h. 1412, s. 733. Aklın zeki olanı demek yerine, belki seviyesi yüksek olanı demek daha doğru olur.
[4] Bu ayete dair on yedi sayfa kadar süren felsefi yorumlar için bkz. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 10 c., İst., Eser Neşr., İst., 1979, II, 915-932.