Akaid ve şeriat
Mahmut Şeltut
(1893-1963) Mısırlı bir İslâm alimiydi. el-Ezher üniversitesinin
1958-1963 yılları arasında rektörlüğünü yürüttü. O, üniversite müfredatına Sünni
mezheplerin yanında Zeydiliği ve Caferiliği de yerleştiren önemli
bir isimdi. Şeltut’un Akaid ve Şeriat adında iki ciltlik eseri 90’lı
yılların başında Yöneliş Yayınları tarafından Türkçe’ye çevrilmişti. Bu
yazımızda Şeltut’un eserinden ilgimizi çeken kısımların bazılarına değineceğiz.
Delaleti kat’î
olmayıp iki veya daha fazla anlama gelen ayetler, akidenin oluşması için
yeterli değildir. Dolayısıyla bu tür ayetleri esas alıp itikat oluşturmayan herhangi
bir insanın kâfir olarak nitelenmesi mümkün değildir. Bu gibi ayetlere örnek,
Allah’ın görüleceğine/görülemeyeceğine delil olarak gösterilenlerdir. (Yunus,
10: 26; Kıyamet, 22-23; Enam, 6: 103). Şeltut’un bu yaklaşımı, farklı düşünen
Müslümanları dışlamama açısından önemlidir. Kur'an açık bir şekilde bir inanç
konusunu bir konu etrafındaki ayetlerine bakıldığında ortaya koymamış görünüyor
ve bu nedenden dolayı insanlar o ayetleri farklı anlamlandırıyorlarsa, o ayet
grubundan yola çıkarak itikad oluşturmak doğru değildir.
Dört delilden
birisi olarak takdim edilen icma kavramına yazar, İmam Ahmed (b.
Hanbel)’den bir itiraz nakletmektedir: İcmaın varlığını iddia eden
yalancıdır. Ardından da, eserinde Şafii ve İbnu Hazm’ın da
icma konusundaki görüşlerini vererek şu çıkarımda bulunmaktadır: “İcma, ancak
dinde zaruri olarak bilinen ve bilinme şekli mütevatir olan hususlarda
gerçekleşebilir. İşte hüccet olan, muhalefet etmek caiz olmayan icma budur.”
Şeltut, Ebu
Hanife’nin Farsça namaz kılmayı caiz gördüğü bilgisini de vermekte.
Ne var ki, Ebu Hanife’nin iki arkadaşı Ebu Yusuf ve Muhammed onun
bu görüşüne karşı çıkmış. Bu nakilden yola çıkarak diyebiliriz ki, Ebu Hanife
bu görüşü savunurken, muhtemelen, yeni Müslüman olup surelerin Arapçasını
bilmeyenlere bir kolaylık sağlamaya niyetlenmiştir. Onun bu yaklaşımının
kaynağı, büyük ihtimalle, Kur'an’ı lafız olarak değil anlam olarak algılamasıdır. Doğru olan, Kur'an’ın lafız ve anlam olarak Kur'an
olduğudur. Öyle olmasaydı, vahyin lafzındaki inceliklere yoğunlaşan müfessirler
kendilerini “anlamlı bir iş yapıyor” gibi hissetmez ve söyledikleri de
önemsenmezdi.
Eserde usulcüler
ve fıkıhçıların “sünnet”ten anladıklarının farklı oldukları da ifade edilmekte.
Usülcülere göre sünnet hüküm çıkartılan delil kaynaklarından biri iken;
fıkıhçılara göre ise, sünnetten istinbat edilen hükmün kendisidir. Derler ki:
“Bu sünnettir. Yani farz veya vacip değildir.” Dolayısıyla fıkıhçılara göre
sünnet, bir delil değil, hükümdür.
“Kur'an’ı
nakledenlerle hadisi nakledenler aynı kişiler, ikisi arasında güvenirlik farkı
olabilir mi?” şeklindeki bir soruya cevap niteliğinde Şeltut, şöyle
demektedir: “Kur'an bize, hıfz ve yazım olarak tevatürle nakledilmiştir. Sünet
ise, mütevatir olan çok küçük bir bölümü hariç ahad yollarla nakledilmiştir.
Kur'an’da anlam ile rivayete asla yer verilmemiş bu kesin bir dille
yasaklanmıştır. Sünnette ise, anlam ile rivayet hoş görülmüştür. Hatta hadislerin
birçoğu mana ile rivayet edilmiştir.
Şeltut,
sünneti Şer’î hüküm oluşu veya olmayışı açısından ele almaktadır.
Rasulullah (s)’tan rasul olması sıfatıyla tebliğ babından sadır olan sözler,
Kitab’ın mücmelini açıklaması, mutlak ifadeleri kayıt altına alması, ibadetler,
haram, helal, akaid ve ahlaka dair bir hususu açıklaması şerî hüküm
kapsamındadır. Ancak yeme, içme, pazarlık gibi beşeri ihtiyaçlar dairesine
giren işler, ziraat, tıp, elbisenin uzunluğu, kısalığı gibi alışkanlık ve
deneyimler, savaşta askerlerin dağılımı, hücum, geri çekilme, karargâh kurma
türünden özel şartlara dair tedbirler şeriatın kapsamında değildir.
Görüldüğü gibi
Şeltut eseriyle; Kur'an ilimlerine (yeni yeni) ilgi duyanlarımız için Kur'an,
icma ve sünnet gibi konularda tekrar düşünme ve pratiği sorgulamak fırsatı
sunmaktadır. Risaletin ilk emrini hatırlayalım: “Oku! Yaratan
Rabbi’nin adıyla oku!”