Tsunami, genellikle Pasifik okyanusu kıyılarında görülen bir felaket türüdür. Denizin içinde meydana gelen depremler, fay kırılması ve heyelan tsunaminin başlıca nedenleri arasındadır. Deniz tabanındaki heyelanlar yüzlerce kilometreküp tortu ve kaya harekete geçer. Ortaya çıkan çökme nedeniyle oluşan yarığa ani su akışı olur ve bu hareketlilik o kadar hızlı vuku bulur ki, yarık su ile dolduktan sonra denizin o kısmı üzerinde su kabarır. Sözgelimi, 1946’da Aleutian adalarında bu şekilde oluşan kabarma sonucu 30 m yüksekliğinde bir su duvarı oluşmuş ve saatte 800 km hızla Havai adalarını vurmuştur. Bu hız yaklaşık olarak bir uçağın süratine denktir. Benzer bir olayı geçtiğimiz günlerde yaşadık. Onbinlerci kişi hayatını kaybetti. Yaklaşık 5 milyon kişi insani yardım bekliyor.
Böyle büyük afetlerle karşılaştığımızda karşımıza çıkan soru şu oluyor: “Bu onlara ilahî bir azap mıydı? Allah onları günahları nedeniyle cezalandırdı mı?” Şunu peşinen söyleyelim, Allah kullarından zulmeden kimseleri, Nuh, Hud, Salih, Lut ve Şuayb peygamberlerin inkârcı kavimleri örneğinde olduğu gibi, çeşitli şekillerdeki felaketlerle azaba uğratır. Bu toplumlardan kimisi yerin dibine geçirilerek, kimine gökten taş yağdırılarak (Ankebut, 29: 40), kimi suda boğularak (İsra, 17: 103)  kimine yağmur felaketi verilerek (Araf, 7: 84) dünyevî cezaya çarptırılmıştır. Böyle bir durumda inananların avantajları kendilerini Allah’ın azabına karşı uyaran bir peygamberleri olmalarıdır. Bu sayede zalimlere ulaşan dünyevî azabın yıkıcı etkisinden kurtulmuşlardır.
“Günümüzde peygamber olmadığı için bu tür azaplar artık söz konusu değildir. Artık onlara sadece doğal afet demeliyiz.” demek mümkün mü?” Hayır bu tür cezalandırmalar, imtihanlar ve belalar sünnetullah kapsamında olup süreklilik arz etmektedir. Bir farkla ki, zalimlerle mazlumlar, inkârcılarla, inananlar günümüzde karışık olarak yaşamaktadırlar. Azap geleceği zaman inananlar artık peygamber gelmeyeceği için, bir uyarıcı beklentisi içine girmemeli, içinde yaşadıkları toplumda azgınlık yapanlar ve yeryüzünü ifsad edenler arttığında kötülükleri engelleyemediklerinde hicret etmelidirler. Bu kararı vermek müminlerin birlikte yapacakları değerlendirmeye bağlıdır. Zira bu durumda verilecek ferdi kararlar yeryüzünü ıslah etme sorumluluğundan kaçış anlamına da gelebilir. Zulüm ile bir arada yaşamak  ise cehennemi tercih etmek demektir (Nisa, 4: 97).
Kâfirler dünyada azaba uğrarken orada bulunan Müslümanların hayatını kaybedenleri ise, zorluk içinde ölmelerinden dolayı sabrettikleri için  ahirette karşılığını alacaklardır. Sağ kalanlar ise “Biz Allah içiniz ve O’na döneceğiz.” (Bakara, 2: 156) demekle mükelleftir. Demek ki azap dünyada sadece kötülere dokunmakla kalmamakta iyileri de etkileyebilmektedir. Ancak azap olarak görülen bu durum kafirler için kötü sonun başlangıcı iken müminler için bir olumluluk olabilir. Hz. Musa'nın karşılaştığı kendisine ilim verilen bir kişinin olayında olduğu gibi. Bu zat bir çocuğu öldürmektedir. Sonra onun bu eyleminin, öldürdüğü çocuğun annesini ve babasını müşrik olmaktan kurtardığını ve ateşin azabından onları koruduğunu söylemektedir (Kehf, 18: 80-81) Yani görünürde şer olan bir çocuğun ölümü iki kişiyi büyük azaptan kurtarmaktadır. Bu genel helâkin, mümin olarak can verme ve ebedi nimete kavuşma açısından müminlere iyilik, kâfirlere de pişmanlık verici bir şey olduğunu gösterir.
Görüldüğü gibi tsunami vb. doğal afet denilen şeyler aslında Allah’ın azabı, imtihanı ve uyarısıdır. Allah adildir. Zulmedenleri çeşitli şekillerde cezalandırırken, sabredenlerin ecrini de zayi etmez. Geride kalanlardan beklenen ise “Ölenle ölünmez.” dememeleri, başkasının ölümünün aslında “bizim ölümümüz” olduğu bilinciyle doğa olaylarını okumalarıdır.
6.1.2005 Memleket Gazetesi/Konya