Geçtiğimiz cuma günü Konya’ya gelen The Sunday Telegraph muhabiri Damien McElroy’un Konya’nın sivil toplum kuruluşlarından birinin temsilcisine sorduğu soru ilginçti: “AB’nin kendisini laikleştirici, Müslümanların da AB’yi dini yaşamayı kolaylaştırıcı bir unsur olarak görmesi ironik değil mi?” Dinin kamusal alandan cebren olmasa da fiilen uzak olduğu bir topluluk olan AB, hem toplumsal refah hem de düşünsel açıdan kendisini güçlü hissetmektedir. Bu anlamda birliğe katılmayı arzulayan Türkiye’de de benzer bir sürecin yaşanacağını ummaktadır. “Avrupa İslamı” tartışmaları da bu umudun bir yansımasıdır.
AB, beraberine aynı zamanda top yekûn bir zihniyet dönüşümünü de getirmekte, baskıcı araç ve yöntemlere hiç tevessül etmeksizin, sahip olduğu güçlü  ve etkili aygıtlar marifetiyle kapitalist, seküler, pozitivist bir toplumsal proje dayatmasında bulunmaktadır. AB’nin temsil ettiği düşünme biçimi ve hayat tarzı, güçlü ve sistematik bir şekilde, Müslümanlar da dahil olmak üzere her türden muhalifin sisteme entegre edilmesi tehlikesini bünyesinde barındırmaktadır. Bu minvalde, kendisini güçsüz, edilgen ve çaresiz hisseden kesimlerin sözü geçen bu entegrasyon sürecine direnmesi de zorlaşmaktadır. Çünkü özgücüne olan güven kaybı, karşısındakine direnmeyi de zorlaştırmaktadır.
Türkiye’de modernizm ile demokrasi arasında tercih yapmak durumunda kaldığında, ilkini tercih edenler de AB’nin bu ifsat edici yönünden faydalanmak istemektedir. Yaşadığımız ülkede insan hakları konusunda nisbî başarılar söz konusuysa, bu biraz da gücü elinde bulunduran “modernleştiricilerin” yükü AB’nin sırtına yıkmasından kaynaklanmaktadır. Böylece hem “demokratik” bir görünüm kazanmış hem de tekrar “itimat telkin eder” hale gelmiş olduklarını düşünmektedirler.
Türkiye’deki Müslümanlar ise genel itibarıyla darbelerden, baskılardan daralmış olmanın verdiği ruh haliyle AB’ye girmeye destek vermektedir. AB rüzgârı sayesinde bu ülkede, düşünce özgürlüğünün genişletilmesi, MGK’nın hükümetin bir alt danışma organı haline getirilip başına sivil bir sekreter atanması, 12 Eylül yasalarına da denetim yolunun açılması, DGM’lerin kaldırılması, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin anayasada belirtilmesi gibi nispeten olumlu gelişmeler oldu. Türkiye halkının bu iyi gelişmeleri kendi potansiyeliyle elde edemediği hesaba katıldığında, verilen desteği mantıksız ya da ilkesiz bir tavır olarak betimlemek pek de mümkün görünmemektedir.
Türkiyeli Müslümanların AB’ye girişi genel olarak olumlu bulmaları, kendilerini var kılabilecekleri, ifade edebilecekleri ve küresel muhalefetle güç birliği oluşturabilecekleri, özgürlüklerin göreceli de olsa tanındığı daha müsait bir ortama ulaşma arzularından da kaynaklanmaktadır.
Türkiye despotların, hukuk tanımazların ve yalancıların dayatmaları ve boş vaatleri ile kabuğuna çekilmiş bir ülkedir ve ayrıca ABD tarafından güdülmeye çalışılmaktadır. Halkın karşı çıkmasına rağmen Konya semalarında Filistinli kardeşlerimizi bombalayan Siyonist uçaklara eğitim izni veren ve yoksulluk ve adaletsizliğin tabiileştiği bir ülkede yaşamaktansa görece olarak insan hakları ve özgürlüklerinin sosyal devlet politikalarının uygulandığını hissettiren AB bünyesinde yaşama isteği gayet makuldür.
Müslümanlar kendi fıkıhları açısından bu sürece ilgisiz ve tavırsız kalamazlar. Türkiye’nin hangi limana demir atacağı tartışması ile kendi gemimizi inşa etme yükümlülüğü aynı şeyler değildir ama irtibatsız da değildir. Gemimizin inşası için üzerinde durduğumuz zeminin hepten erozyona uğramamasına çalışmamızın ve korsanlardan olduğunca arınmış iskelelerde rızkımızı temin konusunda tercih kullanmamızın yadsınacak bir yanı yoktur. Çünkü kendisi küresel bir aktör olmaya yönelen AB ile ortaklıktan vazgeçmek, Türkiye’yi daha çarpık, eşitsiz ve despotik bir kapitalizme mahkum etmek anlamına gelecektir.
Demokratikleşmenin sağlam bir ekonomik yapının ve hukukun üstünlüğünün Kopenhag Kriterleri’nin dayatılmasına gerek kalmadan iç dinamiklerle sağlanabileceğini gündeme getiren çevreler, basit bir demagoji ile asıl engelin üzerini örtemeye çalışmaktadırlar. Gerçekten tüm engellemelere rağmen halkın taşıdığı dindarlık, yiğitlik, çalışkanlı, fedakârlık  gibi olumlu hasletlerin hâlâ var olması önemlidir fakat Türkiye’deki insanî gelişmenin önünü tıkayan bu dinamizmin taşıyıcısı olan toplum değil, 80 yıllık Cumhuriyetin inisiyatifini elinde tutan asker ve sivil bürokrasidir. Yani insan haklarının, özgürlüklerin, sosyal refahın önündeki en önemli engel bu çevrelerdir.
Bir yanda Türkiye halkını seküler hale getirmek isteyen AB ve Batıcılar, öbür yanda da AB’yi mevcut duruma göre daha yüksek oranda dindarlaştırma imkânı verebilecek bir yapı olarak düşünen Müslümanlar. İngiliz gazetecinin başı dönmesin de kimin dönsün?

23.12.2004 Memleket Gazetesi/Konya