Elektronik ortam ve kimlik
Türkiye’de yaklaşık yirmi
yıl TRT’nin tekelinde kalan televizyona, ulusal kimliğin inşasında yararlanılan
bir kitle iletişim aracı olarak birleştirici işlev yüklenmişti. Burada Benedict
Anderson’un, her ulusun hayali bir siyasi cemaat olduğu iddiasını hatırlamakta
yarar var. Kitle iletişim araçları arasında televizyon, ulusal kimlik
tasavvurunu benimsetmede kendine has söylem ve sanatsal anlatıların yanında
semboller ve ikonlar yaratmada da en etkili zemin olmuştur. TRT televizyonunda
tasavvur edilen ‘biz’ o denli yapaydır ki, zaman zaman ‘öteki’ olarak
gösterilen, ‘gerçek biz’in ta kendisi olmuştur aslında.
TRT’nin kamusal söylemi,
Habermas’ın ‘kamusal alan’ tarifinden de uzaktı. Habermas’a göre kamusal alan,
demokratik topluma ulaşmada etkili olan, kısıtlamalardan uzak, farklı
fikirlerin tartışılabildiği ve kamu görüşünün netlik kazandığı söylem
pratikleri ve medya yapılanmalarıydı. Oysa devlet televizyonu öğretici
konumunda tek taraflı mesajlar verirken geri beslemelere hiç bir zaman açık
olmadı. Eğlence programlarından haber bültenlerine kadar her yayında ciddilik
ve mesafelilik sergileniyor, televizyon, hiçbir şey bilmeyen topluma, bilmesi
gerektiği kadarını birkaç basamak yukarıda durarak öğretmek görevini yerine
getiriyordu.
Esra Ercan’ın “Türkiye'de
Televizyon ve Kimlik” adlı yazısında ifade ettiği gibi, devlet televizyonu
resmi kültürü zihinlerimize kazımaya çalışırken, 1990 yılından itibaren özel
televizyon yayını başlamış ve ticari televizyonlar “nerede yaşıyor ve yaşatılıyor”
olursak olalım bizimle “hayatı paylaşmak” adına yola çıkmışlardı. Türkiye
toplumu, televizyonda ilk kez İstanbul Türkçesi dışındaki şiveleri de duymaya
başladı. Arabesk ve pop müzik parçaları sansürlenmeden yayınlanıyordu artık.
Protokol haberleri yerini
insan unsurunun ön plana çıkarıldığı haberlere bıraktı. Gözyaşı, yoksulluk,
kavga, şiddet ve cinsellik su yüzüne çıktı. Özel hayatların üzerindeki örtü
kalktı. Sabaha kadar süren tartışma programlarında eskiden tabu sayılan konular
hakkındaki yorumları farklı görüşlerden dinlemeye başladılar. Tek gelirlerini
reklamlardan elde eden özel kanallar, popülist tutumlarının bir sonucu olarak
haber programlarına dahi eğlence unsurunu sokmayı başardılar. İzleyiciler resmi
ideolojinin bombardımanından kurtulmuşlardı ama ticari televizyonlar bütün
bunları temelde tüketimi körüklemek için yapıyorlardı. Farklı kimliklerin
televizyonda yansıtılması, o kimlikleri de potansiyel tüketici olarak ekran
başına çekmeyi hedefliyordu aslında.
Zamanla özel televizyonlar,
reklam verenlerin tüketicilere doğrudan ulaşabilmeleri için hedef kitlelerini
daraltarak tek konuda yayın yapan yan kanalları devreye soktular. Örneğin
yalnızca videocliplerin yayınlandığı ve müzik piyasasıyla işbirliği içindeki
müzik kanalları, kendilerini ‘rockçu’, ‘popçu’ veya ‘arabeskçi’ kimliğiyle
tanımlayan genç kitleye doğrudan ulaşmada etkin bir rol oynadı. Yaratılan
idoller ‘Çağımızın Erkeği’ veya ‘21. Yüzyılın Kadını’ gibi imajlarla
pazarlanarak onların giydiği ayakkabıyı giymek, onların içtiği gazozu içmek,
onların kullandığı saç jölesini kullanmak özendirildi.
Öte yandan Türkiye’deki
taraftarlık olgusunun da kâr getirebileceğini fark etmekte gecikmeyen
yapımcılar, ‘Fenerbahçeli’, ‘Galatasaraylı’ veya ‘Beşiktaşlı’ taraftarlara
yönelik programlar hazırlamaya başladılar. Yemek programlarının sayısındaki
artış da kadın tüketiciyi gündüz saatlerinde ekrana çekmede son derece etkili
oldu. Bazı kanallarda yalnızca Karadenizlilere yönelik eğlence programları
yayınlanırken, reklam filmlerinde doğu şivesiyle konuşan sevimli karakterler
“21. Yüzyıl Bankacılığı”nı bize anlatmaya başladılar. Kısacası Türkiye’de
varolan her türlü kimlik bir şekilde ekrandan “Ben de buradayım.” diyebiliyor
ve kendisi gibi olan herkesi ekran başına çağırıyor artık.
Türkiye’nin 80’li yılların
sonuyla birlikte önemli bir sosyal dönüşüm yaşadığı ve bu dönüşümün özellikle
televizyonda görünürlük kazandığı bir gerçek. İyi örnekler yok mu? Var tabi
ancak biz çok daha iyisine layığız.
3/03/2005 Memleket Gazetesi/Konya