''Müteşabihü'l-Kur'an"; Kâdî Abdülcebbâr'ın (ö. 415/1024) en önemli eserlerinden sayılmakta ve Mu'tezile ekolünün "müteşabih" ayetleri "te'vil" yöntemlerinin işlendiği kitapların başında gelmektedir. Kâdî Abdülcebbâr bu eserinde Kur' an surelerinden örnekler getirmektedir. Onun öncelikle başvurduğu ayetler, yoruma gereksinimi olan "müteşabih" ayetlerdir. Bu surelerde önce Mu'tezile'nin inanç esaslarıyla bir araya getirilmesi mümkün olmayan ve "müteşabih" gördükleri ayetleri ele alır. "Akıl delili" ve dilin bütün imkânlarını kullanarak bu tür ayetleri ''te'vil" etmeye çalışır. Onun bu tür ayetler ile ilgili olarak yapmak istediği özetle ya bu ayetlerin aslında öyle göründüğü gibi Mu'tezile'nin inanç esaslarıyla çelişmediğini ispatlamak veya mümkünse bu tür ayetleri, Mu'tezile'nin inanç esaslarını destekleyecek bir formata büründürmekten ibarettir. Kâdî Abdülcebbâr bu aşamadan sonra Mu'tezile ekolünün inanç esaslarına yakın görünen ve kendilerinin "muhkem" gördükleri ayetlerle düşüncesini desteklemeye ve delillendirmeye çalışır.[1]
Bu yazıda, yukarıda söz ettiğimiz eserin; "Giriş", "Fatiha" ve "Bakara" surelerinin çevirisini içeren, “Kada Abdülcebbâr ve Müteşabihü'l-Kur'an Adlı Eseri” adlı makale[2] bağlamında, Mutezili Kâdî Abdülcebbâr’ın Kur’an ile ilgili bazı konulardaki yaklaşımlarına yer verilecektir. Amacımız, Kâdî Abdülcebbâr'ın hayatından kısaca söz ettikten sonra kendisini Ehl-i Sünnet olarak tanımlayan bir toplumda, bir kesim olarak temsilcisi günümüzde mevcut olmayan Mu’tezile mezhebinin, önemli bir figürünün bazı ayetlere dair yaklaşımlarını ortaya koymaktır.
Hayatı
Horasan bölgesinde doğan Kâdî Abdülcebbâr, daha sonra Basra'ya gitmiş ve oradaki ilim meclislerine devam etmiştir. Fakir bir aile ortamında yetişen Kâdî Abdülcebbâr'ın, Rey[3] kadılığı görevine geldikten sonra zengin olduğu belirtilmektedir. Onun adaletle hükmetmesinden çok memnun kalan es-Sahib b. İsmail,[4] onu "yeryüzünün en alim ve fazılı" olarak değerlendirir. Kâdî Abdülcebbâr bu resmî görevinin yanı sıra ilmî hayatla bağını koparmamış, tedris ve telif çalışmalarını da vefat edene kadar sürdürmüştür.
Kâdî Abdülcebbâr; itikatta Eş'ari,[5] fıkıhta ise Şafii mezhebi[6] üzerine eğitimini aldıktan sonra girdiği birçok tartışma sonucunda, itikatta Mu'tezile mezhebinin görüşlerini benimsemiş ve döneminde bu mezhebin temsilciliğini yapmıştır. Aslında Kâdî Abdülcebbâr'ın kendisi amelde Hanefi mezhebinde[7] eğitim almak istediği halde hocası Ebu Abdillah el-Basrî,[8] Şafii fıkhı üzerine kendisini yetiştirmesini ona tavsiye etmiş, o da hocasının bu arzusuna uygun hareket etmiştir. Kâdî Abdülcebbâr "kelam" ve "fıkıh" ilmi yanında ''tefsir", "hadis", "fıkıh usulü" alanlarında da uzmanlaşmış ve bu ilimlerde de eserler kaleme almıştır. Eğitimini Eş'ari mezhebi üzerine almış olması, bu mezhebin zayıf noktalarını yakalamasına ve dolayısıyla eleştirebilmesine imkân sağlamıştır. Fıkıh ilminde de çok önemli bir yeri olan Kâdî Abdülcebbâr'ın eserleri, bu alanın en önemli kaynakları arasında sayılmıştır. Üslup olarak o; ele aldığı konuda, önce muhaliflerinin itirazlarını vermekte sonra da itirazların dayandırıldığı ayetlere dair Mutezilî yaklaşımı ortaya koymaktadır.

A.   Kur’an’ın Muttakilere Yol Göstermesi Ne Demektir?

Allah hidayet ile ilgili şöyle buyurmaktadır: "Bu (Kur'an-ı Kerim), doğruluğunda şüphe olmayan bir kitaptır. Allah'a karşı gelmekten sakınanlar (muttakiler) için bir hidayet rehberidir." (Bakara, 2: 2). Muhaliflere göre Allah, Kitabın sadece muttakiler için hidayet olduğunu tahsis ederek belirtmekte, onların dışındakiler için hidayet olmadığına dair herhangi bir şey belirtmemektedir.
Cevap: "Ramazan ayı, içerisinde insanlar için hidayet rehberi, doğruyu gösteren açık belgeleri kapsayan ve hak ile batılı birbirinden ayıran kitap olarak Kur'an'ın indirilmiş olduğu aydır." (Bakara, 2: 185) ayetinde Allah, Kitabın herkesi hidayete ulaştırdığını belirtmektedir.[9] Yukarıda (Bakara, 2: 2) muttakilerin hidayet ile tahsis edilmelerinin anlamı, onların Kitap ile hidayete ermeleridir. Muttakilerin hidayetten faydalanmaları, sanki hidayetin onların dışındakiler için değil, sadece onlar için olduğu şeklinde anlaşılmaktadır. Bu, aynen Allah'ın Hz. Peygamber’in (s) sıfatı hakkında, "Sen sadece O’ndan korkacak olanı uyarıcısın." (Naziat, 110: 45) buyurması gibidir. Hâlbuki Hz. Peygamber herkes için uyarıcıdır. Ayette, konuya ilişkin olarak şöyle buyrulmaktadır: "Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik." (Sebe, 34: 28).
Bakara suresinin yukarıda mealini verdiğimiz 2. ayeti, başka bir yönden daha Mu'tezile'nin görüşüne delalet etmektedir. Çünkü kişinin, muttaki olarak nitelendirilmesi ancak zararlı şeylerden sakınmayı tercih etmesiyle sahih olur. Bunu tercih etmediği zaman bu şekilde nitelendirilmez. Buna göre kulun hiçbir şekilde fiil işleme yetkinliği yoksa nasıl bununla nitelendirilir? Ayrıca sakınma ve korunma ancak taati işlemek ve masiyetten de kaçınmakla mümkün olur. Şayet bunları yaratan Allah ise bunu onlarda yaratmakla O'nun, zararı onlardan uzaklaştırması gerekir ve onların muttaki olarak nitelendirilmeleri doğru olmaz. Nitekim kötülükleri kendisinden uzaklaştırdığımız kimseyi, muttaki olarak nitelendiremiyoruz.

B.   Allah’ın Yaratması ile Kulun Tercihi Arasında İman

Muhalifler iman etmeyenlerin, iman etmeye güç yetiremediklerine işaret eden bir kanıtın olduğunu öne sürmektedirler: "İnkâr edenlere gelince onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir; onlar inanmazlar." (Bakara, 2: 6). Şayet iman etmeye güç yetirselerdi kesinlikle iman ederlerdi. Çünkü Allah'ın, meydana gelmeyeceğini bildirdiği şeye, onların güç yetirmeleri mümkün değildir.
Cevap: Yukarıdaki ayette, Allah'ın inanmamayı inkârcılara izafe etmesi, bunun “onların fiili” olduğunu göstermektedir.[10] Aksi halde onların bununla nitelendirilmeleri doğru olmadığı gibi Allah, küfrü onlarda yaratmış olsaydı onları yermesi de doğru olmazdı. Muhaliflere göre inzar (uyarma) ne onlara ne de başkalarına fayda vermektedir. Zira Allah, imanı yarattı ise onlar her koşulda mümin olacaklar, yok eğer imanı irade etmedi ve onu da onu gerektiren gücü de yaratmadı ise onlar iman etmeyeceklerdir. Buna göre inzarın ne faydası var, niye Allah her koşulda iman etmemekle onları tahsis etmektedir? Ve nasıl onların iman etmemekle nitelendirilmeleri doğru olabilir? Buna göre Allah, iman olayını onlardan nefyetmekte ve sonuçta bu fiil de onlardan meydana gelmemektedir. Bütün bunlar, sözü geçen ayetin, söylediğimize işaret etmesinin daha uygun olduğunu göstermektedir.

C.   Allah’ın Kalpleri Mühürlemesi Ne Demektir?

Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde de bir örtü vardır. İşte onlara büyük bir azap vardır." (Bakara, 2: 7). Bu ayet, Allah'ın mühürleme ve perdeleme ile onları iman etmekten alıkoyduğunu göstermektedir. Böyle bir anlamlandırma Allah'ın imanı, küfrü ve bu ikisini gerektiren sebepleri yarattığını göstermektedir.
Cevap: Kişi, iman fiilini işlemekle o engeli aşabiliyorsa bunun engel olduğu söylenemez. Nitekim üzerine kapı kapatılan kimse eğer kapıyı açmaya ve dışarıya çıkmaya güç yetiriyorsa dışarıya çıkmaktan alıkonduğunu söyleyemez. Aynı şekilde mühürlü bir kitabın açılması ve okunması mümkün ise o kitap da mühürlenmiş olmakla nitelendirilemez. Şayet birimiz, bir insanın alnına iman etmeyeceği yazısını yazarsa bu yazı da o kişinin iman etmesine engel değildir. Çünkü güç yetirme, bununla değişikliğe uğramaz. Allah'ın levh-i mahfuzda kullar ile ilgili, olacak her şeyi yazdığı doğrudur. Fakat bu durum, her ne kadar melekler için bir gösterge olsa da kulların fiilden alıkonmalarını veya tercih ettiklerine yönlendirilmelerini gerektirmemektedir. Bizim söylediğimiz işte budur.
Sonra muhaliflere şöyle denilir: Eğer mühürleme bir engel teşkil etseydi bu takdirde Allah'ın kalplerini mühürlemekle nitelendirdiği kimseleri yermesi mümkün olmazdı. Aynı şekilde Allah'ın yukarıdaki ayetin sonunda "İşte onlara büyük bir azap vardır." demesi de caiz olmazdı. Çünkü onları küfürden çıkmaktan alıkoyan ve küfürden ayrılmayacak şekilde küfrü onlarda yaratan Allah ise bu durumda Allah'ın onları cezalandırması nasıl güzel olabilir ki? Şayet böyle bir şey Allah hakkında caizse o zaman Allah’ın; boyları, renkleri ve sağlıklarıyla da onları cezalandırması caiz olur.
Bazı büyüklerimizin dediği gibi ondan (kalp, kulak ve göze konulan engel) maksat ukûbettir (ceza). Çünkü Allah onları, inanmamaları ve küfre yaklaşmaları yönüyle bir kısım ukubetle tahsis etmektedir. Dolayısıyla Allah bundan dolayı dünyada yerme, pişman ettirme ve teşhir etme ile onları cezalandıracağını belirtmekte ve bunu mühürleme şeklinde isimlendirmektedir. Sonra onlar için ahirette büyük azap vardır.
Akıl ile sabit olmuştur ki Allah'ın imanı emretmesi, ona yönlendirmesi, tehditte bulunması, onun aksini yasaklaması ve buna rağmen ondan alıkoyması mümkün değildir. Bu durum O'nun hakkında caiz değildir; çünkü O şöyle buyurmaktadır: "Onlara ne oluyor da iman etmiyorlar?" (İnşikak, 84: 20) ve "İnsanları iman etmekten alıkoyan nedir?" (İsra, 17: 94; Kehf, 18: 55). Bütün bunlar bizim düşüncemizi doğrulamaktadır.
Allah, ayette (Bakara, 2: 7) “örtü (ğışave) sözcüğünü belirtmekle onların gördüklerinden ve duyduklarından faydalanmayacaklarını kastetmektedir. Onlar, düşünme ve çıkarımda (istidlal) bulunmayı terk etmek suretiyle kendilerini onun (iman) faydasından uzaklaştırdıklarından, gördüğü ve duyduğu şeyle kendisi arasında perde olan kimseler gibi oldular. Sonuçta küfür, ibadet ve imandan uzaklaşma anlamında sürekli olarak işledikleri, duydukları ve gördüklerine engel teşkil eden bir şey gibi oldu. Allah, mühürlermeyi kendisine izafe ettiği gibi "ğışave" kelimesini kendisine izafe etmedi. Bu yönüyle hiç kimsenin bizim söylediklerimizi inkâr etmesi veya çürütmesi mümkün değildir.

D.   Allah’ın “Alay Etmesi” Ne Demektir?

Muhalifler, Allah'ın, "Allah da kendileriyle alay (istihza) eder ve onları taşkınlıkları (tuğyan) içinde bırakır; bocalayıp dururlar." (Bakara, 2: 10) sözünde tuğyan ve istihza sözcüklerini kendine dayandırarak bunların kendi yaratması ile olduğunu iddia etmektedirler.
Cevap: Mu'tezile'nin muhalifleri, Allah hakkında hakiki anlamda istihzada bulunmayı caiz görmezler; çünkü bu sadece kötü olup yerilmektedir. Aynı zamanda istihzada bulunmak ancak fiili davranışlarda bulunamayanlara has bir yöntemdir. Dolayısıyla Allah özel bir şekilde birisine hile yapıp ona zarar verirse o da bu şekilde nitelendirilir. Hâlbuki böyle bir şey Allah hakkında olanaksızdır. Allah bu ayette inanmayanlara, Hz. Peygamber'le alay etmelerinin karşılığını vereceğini bildirmektedir. Çünkü lügatte, bir şeyin isminin onun cezası için kullanıldığı sabittir. Bunun için şöyle denilir: Ceza, cezaya karşılıktır. Allah da Kur'an'da "Kötülüğün cezası, yine onun gibi bir kötülüktür. "(Şura, 42: 40) buyurmaktadır. Hâlbuki Allah'ın yaptığı kötülük değildir.

E.   Sapıklığı Seçmek İnsanın Kendi Eylemi midir?

Muhalifler, Allah'ın "Onları taşkınlıkları (tuğyan) içinde bırakır; bocalayıp dururlar." (Bakara, 2: 10) sözünde, tuğyanı kendisine isnat ederek onun kendi yaratması ile olduğunu iddia etmektedirler.
Cevap: Yukarıdaki ayette tuğyanın, Allah'ın onlardaki fiili olduğunu gösteren bir şey yoktur. Bu ayetten maksat, kendisinden bir nimet olarak tövbe etmeleri için Allah’ın, onların ömürlerini uzatmasıdır. Buna rağmen onlar taşkınlıklarında aşırıya gitmekte ve sadece kötülükte ileriye gitmektedirler. Allah'a nispet edilen şey, onların ömürlerini uzatmasıdır. Taşkınlık ve şaşkınlık ise söylediğimiz gibi onlara nispet edilmektedir.
Allah'ın, "Bu kimseler hidayete karşılık sapıklığı satın almışlardır. Ancak yaptıkları alışveriş bir kazanç sağlamamış, kendileri de doğru yolu bulamamışlardır." (Bakara, 2: 16) sözü de bizim söylediğimize işaret etmektedir. Çünkü insan ancak hidayeti bırakıp sapıklığı tercih ettiği zaman bununla nitelendirilir. Bu, kendisinin değil de başkasının fiili olsaydı birini diğerine karşılık satın alması caiz olmazdı. Ayrıca buna göre sapıklığa onları zorladığı halde Allah'ın "yaptıkları alışveriş bir kazanç sağlamamış" diyerek onları bu şekilde nitelendirmesi nasıl doğru olurdu? Yine sapıklığı onlarda yaratan Allah olduğu halde, Allah'ın onlar için "darb-ı mesel" getirmesi nasıl mümkün olabilirdi?
Kur’an’daki “ve onları karanlıklar içinde bıraktı, artık görmezler.” (Bakara, 2: 17) ayeti ise Allah'ın getirdiği darb-ı meseli tamamlamaktadır. Allah bu ayetle onları karanlıktan kurtarmayacağını kastetmektedir. Böylece bu kişinin kendi haline terk edildiği (hızlân)[11] ortaya çıkmıştır.

F.   Allah İman Etmek İsteyeni Engeller mi?

Muhalifler, ikiyüzlüleri nitelendirirken Allah'ın "Onlar sağır, dilsiz ve kördürler." (Bakara, 2: 18) şeklinde buyurduğunu söylemektedirler. Bu ise onların iman etmekten alıkonduklarını göstermektedir. Aksi halde bunun bir anlamı olmaz.
Cevap: Bundan maksat şudur: Onlar, ne zaman ki kendilerine nimet olarak verilen bu organlarından faydalanmadılar, sanki bu organlardan yoksun bırakılmışlar gibi sayıldılar. Bu durum dilde birisinin başkasına, başka birisi ile ilgili şöyle demesi gibidir: “O dilsiz, kör ve kalbi mühürlüdür.” Bazen bu konuda şöyle denilmektedir: “O, ölüdür, akletmiyor ve anlamıyor.” Nitekim Allah bu anlamda şöyle demektedir: "Sen ölülere duyuramazsın, arkalarını dönmüş kaçmakta olan sağırlara da çağrıyı işittiremezsin." (Neml, 27: 80). Şair de şöyle der: “Sen diriye seslensen işittirirsin fakat senin seslendiğin kimsede hayat yok ki!” Bazen de onlar hayvan ve merkebe benzetilir. Çünkü onlar, kendilerinden istenileni anlamaktan yoksundurlar. Bütün bunlar söylediğimizi doğrulamaktadır.
Sonra muhaliflere şöyle denilir: Allah Teala yerme yoluyla onları bu şekilde nitelendirmiştir. Eğer bu gerçek olsaydı Allah'ın onları yermesi doğru olmazdı. Allah, "Artık girdikleri yoldan geriye dönmezler." (Bakara, 2: 18) buyurmak suretiyle dönmemeyi onlara nispet etmektedir. Şayet kendisi onları engellemiş olsaydı bu doğru olmazdı.
Sonuç
Görüldüğü gibi Mu’tezile, İslam kültüründe düşünsel bir hareketliliğe neden olmuştur. Bu mezhebin mensuplarının Kur’an ayetlerini anlamlandırma çabaları yok sayılmamalı, düşüncelerimizi gözden geçirme imkânı olarak görülmelidir. Bu yazıda, Müteşabihu’l-Kur’an adlı eserindeki bazı ayet yorumlarına yer verdiğimiz Kâdî Abdülcebbâr, mezhebî yaklaşımına muhalif bulduğu yaklaşımları ve o yaklaşımlara delil olduğu söylenen ayetleri ele almakta ve akli deliller ile Arap dilinin özelliklerini temel alarak itirazlarını ortaya koymaktadır.

Kaynakça
Abdülhamid, İrfan, “Ebü'l-Hasan Eşari”, TDV İslam Ansikl., Ankara, 1995, (444-447).
Aybakan, Bilal, “Şâfiî Mezhebi”, TDV İslam Ansikl., Ankara, 2010, (233-247).
Bardakoğlu, Ali, “Hanefî Mezhebi”, TDV İslam Ansikl., Ank., 1997, (1-21).
Çelebi, İlyas, “Sâhib b. Abbâd”, TDV İslam Ansikl., Ankara, 2008, (512-515).
Gölcük, Şerafettin, “Ebû Abdullah el-Basrî”, Ank.., 1994, (84-85).
Pakiş, Ömer, “Kada Abdülcebbâr ve Müteşabihü'I-Kur'an Adlı Eseri”, Araşan Sosyal Bilimler Ensitütüsü İlmî Dergisi, S. 7-8, Bişkek, 2009. (61-141)

Yazının künyesi: Kayacan, Murat, “Kur’an’a Mu’tezilî Yaklaşım Kâdî Abdülcebbâr Örneği”, Kur’anî Hayat Derg., S. 63, İst., Mayıs-Haziran, 2017 (108-112).


[1] Pakiş, Ömer, “Kada Abdülcebbar ve Müteşabihü'I-Kur'an Adlı Eseri”, Araşan Sosyal Bilimler Ensitütüsü İlmî Dergisi, S. 7-8, Bişkek, 2009, s. 62.
[2] A.g.m.
[3] Selçuklu Devleti’nin başkenti olmasıyla ünlüdür. 1194 yılında Harzemşahlar ile Irak Selçukluları arasında yapılan büyük savaş da burada gerçekleşmiştir. Savaştan sonra Harzemşahların idaresine geçen şehir, sırayla İran ve Osmanlı Devleti arasında el değiştirdi. İran-Irak Savaşı sırasında yerle bir edilen şehir, günümüzde İran sınırları içindedir.
[4] Büveyhî veziri, âlim, edip ve şairi. Tam adı, Ebü’l-Kāsım İsmâîl b. Abbâd b. el-Abbâs et-Tâlekānî’dir (ö. 385/995). Kādılkudât makamına getirdiği Kādî Abdülcebbâr ile aralarında dostluk bulunmasına rağmen Abdülcebbâr onun işlediği günahlardan dolayı tövbe etmeden öldüğünü iddia ederek cenaze namazını kıldırmadı. Bunun üzerine 983-997 yılları arasındaki Büveyhi hükümdarı Fahrüddevle (ö. 387/997) onu görevden alıp yerine Kadı Ebü’l-Hasan el-Cürcânî’yi getirdi (Yâkūt, VI, 299) bkz. Çelebi, İlyas, “Sâhib b. Abbâd”, TDV İslam Ansikl., c. XXXV, Ankara, 2008, s. 512.
[5] Tam adı Ebü’l-Hasen Alî b. İsmâîl b. Ebî Bişr İshâk b. Sâlim el-Eş‘arî el-Basrî’dir (ö. 324/935-36). Eş‘ariyye mezhebinin kurucusudur. Yemen’deki Eş‘ar kabilesine mensup olan sahâbî Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’nin soyundan geldiği için Eş‘arî nisbesiyle tanınmıştır. Ehl-i sünnet akîdesinin gelişip yayılmasına olan önemli katkılarından dolayı “Nâsırüddin” lakabıyla da anılır bkz. Abdülhamid, İrfan, “Ebü'l-Hasan Eşari”, TDV İslam Ansikl., c. XI, Ankara, 1995, s. 444.
[6] Hicrî ilk iki yüzyılda (VII-VIII. yüzyıllar) ortaya çıkan Medine merkezli Hicaz fıkhı ile Kûfe merkezli Irak fıkhını yakından tanıma ve eleştirme imkânı bulup bu iki eğilim arasında özgün bir sentez gerçekleştiren İmam Şâfiî’ye (ö. 204/820) nisbet edilen fıkıh doktrini ve bu çizgide üretilen fıkıh birikimi Şâfiî mezhebi (Şâfiiyye) diye adlandırılmış, bu mezhebe mensup fakihlere ve mezhebin görüşüyle amel eden kişilere Şâfiî denmiştir bkz. Aybakan, Bilal, “Şâfiî Mezhebi”, TDV İslam Ansikl., c. XXXVIII, Ankara, 2010, s. 233.
[7] Bu mezhep; fıkhî ve itikadî mezheplerin çoğunluğu kurucusu sayılan kişilerin isimlerine nisbetle adlandırıldığı ve öylece meşhur olduğu gibi, hicrî ilk iki yüzyılda Kûfe merkezli olarak Irak bölgesinde başlayan ve daha sonraki yüzyıllarda giderek gelişip yaygınlaşan Irak fıkhı, bu fıkhın metodoloji, doktrin ve sistematiğinin oluşmasında en büyük paya sahip bulunan Ebû Hanîfe’ye nisbetle Hanefî mezhebi (Hanefiyye) olarak adlandırılmış, bu mezhebe mensup olan fakihlere ve bu mezhep görüşüyle amel eden kişilere de Hanefî denilmiştir bkz. Bardakoğlu, Ali, “Hanefî Mezhebi”, TDV İslam Ansikl., c. XVI, Ank., 1997, s. 1.
[8] Tam adı Ebû Abdillâh el-Hüseyn b. Alî b. İbrâhîm el-Basrî el-Kâğadî’dir (ö. 369/979-80). Mu‘tezile’nin önde gelen kelâm âlimlerinden ve Hanefî hukukçusudur. Büyük ihtimalle, 311 (923) yılından itibaren devamlı bir tehlike teşkil eden Karmatîler’in şerrinden kurtulmak için genç yaşta Basra’dan ayrıldı. O dönemde Askerimükrem’de bulunan ve Mu‘tezile’nin Basra ekolünün temsilcileri sayılan Ebû Hâşim el-Cübbâî ile öğrencisi Ebû Ali İbn Hallâd el-Basrî’den istifade etti. Gayreti ve çalışkanlığı sayesinde onların seviyesini aştı. Ömrünün büyük bir kısmını Bağdat’ta geçirdi. Uzun süre Hanefî fakihi Ebü’l-Hasan el-Kerhî’nin derslerine devam ederek Hanefî fıkhını öğrendi. Zühd ve ibadet yanında öğretim faaliyetlerine ağırlık verdi. Gündüzleri ikindiye kadar istirahat eder, gece boyunca da ders okutur ve telifle meşgul olurdu bkz. Gölcük, Şerafettin, “Ebû Abdullah el-Basrî”, Ank.., 1994, c. X, s. 84.
[9] Kur’an, hidayeti talep eden kimseleri doğru yola iletir.
[10] "Fiil" ile "tercih" arasında bir fark olduğu söylenebilir. Örneğin siz birine karşı kötülüğü tercih edebilirsiniz ama bunu kendiniz yapmaz, başkasına yaptırabilirsiniz. Benzer biçimde, iman ya da küfür tercihini insan yaparken bunu fiil olarak gerçekleşmesi ya da yaratılması Allah'a atfedilebilir.
[11] Allah’ın, buyruklarına boyun eğmeyen insanlardan yardımını esirgemesi.