''Müteşabihü'l-Kur'an"; Kâdî Abdülcebbâr'ın (ö. 415/1024) en önemli kitaplarından birisidir. Mu'tezile mezhebinin "müteşabih" ayetleri nasıl "te'vil" ettiklerinin ele alındığı kitapların başında gelir. Kâdî Abdülcebbâr bu eserinde istisnasız bütün Kur' an surelerinden örnekler verir. Onun öncelikle başvurduğu ayetler, yorum gerektiren "müteşabih" ayetlerdir. Bütün surelerde önce Mu'tezile'nin inanç esaslarıyla uyuşmayan ve "müteşabih" kabul ettikleri ayetleri ele alır. "Akıl delili" ve dilin bütün imkânlarını kullanarak bu tür ayetleri ''te'vil" cehdine girer. Bu ayetlerin aslında öyle göründüğü gibi Mu'tezile mezhebinin inanç esaslarıyla çelişmediğini ortaya koymak veya mümkünse bu tür ayetleri Mu'tezile'nin inanç esaslarını destekleyecek bir biçime sokmaktır. Kâdî Abdülcebbâr bu aşamadan sonra Mu'tezile ekolünün inanç esaslarına yakın görünen ve "muhkem" kabul ettikleri ayetlerle düşüncesini desteklemeye ve delillendirmeye çalışır.[1]
Bu yazıda, bu eserin; "Giriş", "Fatiha" ve "Bakara" surelerinin çevirisini içeren, “Kâdî Abdülcebbâr ve Müteşabihü'l-Kur'an Adlı Eseri” adlı makale[2] bağlamında, Mutezili Kâdî Abdülcebbâr’ın Kur’an ile ilgili bazı konulardaki yaklaşımları sergilenecektir. Amacımız, Kâdî Abdülcebbâr'ın hayatına kısaca değinmenin ardından kendisini Ehl-i Sünnet olarak tanımlayan bir toplumda, bir kesim olarak temsilcisi günümüzde mevcut olmayan Mu’tezile mezhebinden önde gelen bir şahsiyetin bazı ayetlere dair yaklaşımlarını ortaya koymaktır.
Yaşamı
Horasan bölgesinde dünyaya gelen, daha sonra Basra'ya giden ve oradaki ilim meclislerine devam eden Kâdî Abdülcebbâr, yoksul bir aile ortamında büyümüştür. Onun, Rey[3] kadılığı görevine geldikten sonra zengin olduğu ifade edilmektedir. Kadılık görevi esnasında verdiği adil kararlardan memnun kalan es-Sahib b. İsmail,[4] onu "yeryüzünün en alim ve fazılı" olarak nitelemiştir. Kâdî Abdülcebbâr hem kadılığı hem de ilmi hayatını birlikte götürebilmiş alimlerden birisidir. Onun İslami ilimler alanındaki çalışmaları ölümüne dek sürmüştür.
Kâdî Abdülcebbâr itikatta iki önemli mezhepten biri olan Eş'ari,[5] fıkıhta ise Şafii mezhebi[6] üzerine eğitimini aldıktan sonra itikatta Mu'tezile mezhebini benimsemiştir ve döneminde bu mezhebin temsilcisi olmuştur. Aslında onun istediği şey amelde Hanefi mezhebinde[7] eğitim almaktı ancak hocası Ebu Abdillah el-Basri’nin,[8] tavsiyesini esas aldı ve kendisini Şafii fıkhında yetiştirdi. Kâdî Abdülcebbâr "kelam" ve "fıkıh" ilmi ile birlikte ''tefsir", "hadis", "fıkıh usulü" alanlarında da söz sahibi olmuş ve bu ilimlerde ürün vermiştir. Eğitimini Eş'ari’lik üzerine aldığı için, bu mezhebe yönelik eleştirilerinde pek zorlanmamıştır. Fıkıh ilminde de çok önemli bir yeri olan Kâdî Abdülcebbâr'ın eserleri, bu alanda kayda değer bir yere sahiptir. Üslup olarak Kâdî Abdülcebbâr, ele aldığı konuda, önce muhaliflerinin itirazlarına değinir ardından da konuyla ilgili delil getirilen ayetlere ilişkin Mutezilî yaklaşımı ortaya koyar.

A.   Sihir Allah katından mıdır?

Muhalifler Allah'ın sihrin kendi katından olduğuna ve sihrin ancak O’nun iradesi ve emriyle zarar verdiğine işaret eden şeyler zikrettiğini öne sürmektedirler. Konuyla ilgili olarak Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve şeytanların Süleyman'ın yönetimi aleyhinde uydurmuş oldukları şeylerin peşine düştüler. Oysa Süleyman küfre düşmedi. Ama insanlara sihiri ve Babil'deki Harut ve Marut adını taşıyan iki meleğe indirilen şeyleri öğreten şeytanlar küfre düştüler.” (Bakara, 2: 102).
Ebu Müslim, kitabında " Ve şeytanların Süleyman'ın yönetimi aleyhinde uydurmuş oldukları şeylerin peşine düştüler." cümlesinden maksadın onların, Süleyman'a ve iki meleğe indirilene isnat ettikleri yalanlara tabi olmaları olduğunu belirtmektedir. Buna göre ayetteki "ma ünzile" sözü, "mülki Süleymane" sözü üzerine atfedilmiş oluyor. Nitekim ikisine de şeytanlar yalan isnat etmişlerdir. Fakat bu iki söz arasında başka bir kelamın bulunması dilde bunların birbiri üzerine atfedilmesini engellememektedir. Allah'ın " Oysa Süleyman küfre düşmedi. Ama insanlara sihiri ve Babil'deki Harut ve Marut adını taşıyan iki meleğe indirilen şeyleri öğreten şeytanlar küfre düştüler." cümlesi yukarıdaki iki söz arasına girmiş ve Süleyman'ı tenzih eden müstakil bir cümledir. Şeytanlar ise Süleyman'a yalan isnat etmekle küfre düşmüşlerdir.
Ebu Müslim şöyle demektedir: Meleklerin de sihirden, sihri söylemekten ve öğretmekten tenzih edilmeleri gerekmektedir. Ayetin söylediğimiri dışında bir anlama hamledilmesi mümkün değildir. Meleklerin, şeytanların hikâye ettiğinden tenzih edilmeleri gerektiği gibi Süleyman'ın da bundan tenzih edilmesi gerekmektedir. Peygamberlerde olduğu gibi meleklere de sadece hak olanın indiği ve onların da sadece dini ve dinin kurallarım öğrettiklerini belirtmek gerekir.
Ebu Müslim şöyle der: Kur'an'ın "onlardan karı-koca arasını ayıran şeyleri öğreniyorlardı" (Bakara, 2: 102) cümlesinde geçen "onlardan" maksadın iki melek değil, sihir ve küfür olduğunu belirtmektedir. Çünkü küfür ve sihir bunda etkili olmaktadır. Bu ikisinden küfür ve sihir olarak isimlendirilen yol kastedilmektedir. Bu açıklamalar, hem ayeti izah etmekte ve hem de ayetin zahiri ile muhaliflerin söylediğine işaret etmediğini açıklamaktadır.

B.   Allah, kâfiri iman etmekten alıkoyar mı?

Ehl-i Sünnet âlimleri, "O inkâr edenlerin durumu, tıpkı bağırıp çağırmadan başka bir şey işitmeyene haykıran kimsenin durumu gibidir. Sağır, dilsiz ve kördürler, onun için düşünmezler." (Bakara, 2/171) ayetinin de kâfirin imandan alıkonduğuna işaret ettiğini düşünmektedir.
Bizler daha önce de açıkladığımız gibi burada sadece bir benzetme bulunmaktadır. Buna göre iman etmeyenler, küfre o kadar sımsıkı bağlanmışlar ve kendilerini, gördüğü ve işittiğiyle faydalanma konumundan o denli uzaklaştırmışlar ki artık onlara "gören" ve "duyan" diyebilmek mümkün görünmemektedir.
Bu ayet de açıkça bizim söylediğimize delalet etmektedir. Çünkü Allah onları çağıran ve çağrıyı duymayan çağrılana benzetmektedir. Bununla da hakikatte böyle olmadıklarını fakat sorumlu kılındıkları şeylerden yararlanma yolundan saptıklarını vurgulamaktadır.
Ayın zamanda Ehl-i Sünnet alimlerine şöyle de denilir: Şayet ayetin an1amı söylediğiniz gibiyse Allah sağırı, sözü duymaktan alıkoyduğu gibi onu iman etmekten de engellediğine göre, o zaman iman etmeyenin mazur olması ve dolayısıyla eleştirilmemesi gerekir. Halbuki bu ayette Allah onu eleştirmektedir.

C.   Allah’ın kürsüsü ne demektir?

Bize muhalefet edenler; "O'nun kürsüsü, gökleri ve yeri kaplamıştır." (Bakara, 2: 255) ayetini delil getirerek Allah'ın kürsüsü üzerine istiva etmesinin, cisim olduğunu gösterdiğini aksi halde kürsünün O'na izafe edilmesinin bir anlamının olmayacağını iddia ederlerse onlara şöyle cevap verilir:
Ayetin zahiri metinde geçen kürsünün bu nitelikte olduğuna delalet ettiği doğrudur. Ancak ayette Allah'ın kürsü üzerine istiva ettiği veya kürsünün O'nun için bir mekân olduğuna delil teşkil edecek herhangi bir şey bulunmamaktadır. Bu anlamda ayetin zahirinde muhaliflerimizin tutunabilecekleri bir kayıt yoktur. Nitekim fiili ve sıfatı olması anlamında iyiliği ve rengi denilir. Aynı şekilde bir parçası olması yönüyle de başı ve eli denildiği gibi evi ve konutu denilir. Bilinmektedir ki Kâbe'ye Allah'ın evi denilmesinin sebebi, Allah orada ikamet ettiğinden değil -ki Allah bundan münezzehtir- belki sonucu kullara dönük olan ibadet konusundaki meziyetinden ötürüdür. Metindeki kürsünün Allah'a izafe edilmesi de söylediğimiz bu sebeptendir.

D.   İmanı Allah mı yaratır?

Ehl-i Sünnet düşünürleri, inananda imanı Allah'ın yarattığına delalet eden "Allah, inananların dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır." (Bakara, 2: 257) ayetini de kendi görüşlerine delil getirmektedirler. Ayette belirtildiği üzere şayet onları küfürden alıp imana çıkaran Allah ise O'nun bunu yapmış olması gerekir.
Mu'tezile adına Kâdî Abdülcebbâr buna şöyle cevap verir: Ayetin zahiri Allah'ın, iman ettiği sabit olan mümini küfürden imana çıkarmasını gerektirmektedir. Ancak burada bir çelişki bulunmaktadır. Çünkü müminin küfürden imana çıkarılması, geçmiş bir fiildir. Halbuki ayette geçen "çıkarır" fiilinin zahir formu, geleceği gerektirmektedir. Ayeti mümin olduğu kesin olana hamletmek de mümkün değildir. Aslında metnin zahiri, Allah'ın mümini karanlıktan aydınlığa çıkarmasını gerektirmektedir. Karanlık ve aydınlık ifadelerinin iman ve küfürde kullanılması da mecazdır. Neticede Ehl-i Sünnet bilginlerinin metinde düşüncelerini kendisiyle kamtlayabilecekleri herhangi bir delil bulmaları mümkün görünmemektedir. Aynı zamanda bu kavramları iman ve küfür ile cennet ve cehenneme hamletmek arasında da herhangi bir fark yoktur. Buna göre metnin anlamı şu şekilde belirmektedir: "Allah, inananları karanlıklardan ibaret olan cehennem yolundan aydınlık olan cennet yoluna çıkarır."
Ehl-i Sünnet bilginlerine şöyle de denilir: Şayet iddia ettiğiniz gibi ayet Allah'ın müminleri karanlıklardan aydınlığa çıkardığına delalet ediyorsa şeytanların da inanmayanları aydınlıktan karanlıklara götürdüklerine ve küfrün onların fiilierinden olmasına delalet etmesi kaçınılmaz olur. Şayet Ehl-i Sünnet düşünürleri bu ikinci kısmı te'vil etmeye yeltenirlerse o zaman da metnin zahirinden sapmış olurlar.
Sonra şu soruları da sormak gerekir. Şayet iman bütünüyle Allah'ın fiili ise ve bu konuda kulun yaptığı herhangi bir şey yoksa o zaman Allah niye (sadece) müminin velisi oluyor, niye mümin ve kâfirin arasını ayırıyor ve niye Kendisini müminin velisi olmakla tahsis ediyor? Bütün bunlar, inanmanın ve inanmamanın, bütünüyle kulun kendisinden olduğuna ve kulun birincisiyle Allah'ın dostluğunu kazanırken ikincisiyle de O'nun düşmanlığını kazandığına delalet etmektedir.

E.   Peygamber hakkında küfür ve cehalet caiz midir?

Muhalif düşünürler "Hani İbrahim de, 'Ey Rabbim! Bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster' demişti. (Allah) 'İnanmadın mı?' dedi. O: 'Hayır, inandım. Ama kalbim tamamen mutmain olsun diye!' dedi." (Bakara, 2: 260) ayetini delil getirerek peygamberler hakkında küfür ve cehaletin caiz olduğunu iddia etmişlerdir.
Kâdî Abdülcebbâr buna şöyle cevap verir: İbrahim'in tedricilik olmaksızın açık bir şekilde ölüleri diriltmesini Allah'tan talep etmesi, Allah'a inanmadığına ve O'nu tanımadığına delalet etınemekte, aksine imanını artırmasını istediğine delalet etmektedir. Bu, Allah'tan lutuflarla ve güçlendirme ile gönlünü açmasını talep etmesi gibidir ki talebi güzel olan bir şeydir.
Ayetteki “(Allah) 'İnanmadın mı?' dedi. O: 'Hayır, inandım. Ama kalbim tamamen mutmain olsun diye!' dedi" şeklindeki ifadeler de muhaliflerin söylediklerinin yanlışlığına ve bizim görüşümüzün doğruluğuna işarettir. Delalet konusunda mutad tedrici yöntemle (Allah'ın) ölüleri diriltmesini müşahede etmede bir tür keşif vardır ki ondan dolayı kalbinin tatmininin ve gönlünün ferahlamasının artması için Peygamberin Allah'tan onu yapmasım istemesi imkânsız değildir.
Sonuç
Görüldüğü gibi Mu’tezile, İslam düşünce hayatında bir hareketlilik sağlamıştır. Bu mezhebin mensuplarının Kur’an ayetlerini anlamlandırma çabaları, vahye d air düşüncelerimizi gözden geçirme olanağı olarak görülmelidir. Bu yazıda, Müteşabihu’l-Kur’an adlı eserindeki bazı ayet yorumlarına yer verdiğimiz Kâdî Abdülcebbâr, mezhebî anlayışına muhalif gördüğü yaklaşımları ve o yaklaşımlara delil getirilen ayetleri ele almakta ve akli deliller ile Arap dilinin özelliklerini temel alarak itirazlarını belirtmektedir.

Kaynakça
Abdülhamid, İrfan, “Ebü'l-Hasan Eşari”, TDV İslam Ansikl., Ankara, 1995, (444-447).
Aybakan, Bilal, “Şâfiî Mezhebi”, TDV İslam Ansikl., Ankara, 2010, (233-247).
Bardakoğlu, Ali, “Hanefî Mezhebi”, TDV İslam Ansikl., Ank., 1997, (1-21).
Çelebi, İlyas, “Sâhib b. Abbâd”, TDV İslam Ansikl., Ankara, 2008, (512-515).
Gölcük, Şerafettin, “Ebû Abdullah el-Basrî”, Ank.., 1994, (84-85).
Pakiş, Ömer, “Kada Abdülcebbâr ve Müteşabihü'I-Kur'an Adlı Eseri”, Araşan Sosyal Bilimler Ensitütüsü İlmî Dergisi, S. 7-8, Bişkek, 2009. (61-141)

Yazının künyesi: Kayacan, Murat, “Kâdî Abdulcebbâr’ın Birtakım Kur’anî Konulara Bakışı”, Haksöz Derg., S. 306, İst., Eylül, 2016. (43-47).





[1] Pakiş, Ömer, “Kada Abdülcebbâr ve Müteşabihü'I-Kur'an Adlı Eseri”, Araşan Sosyal Bilimler Ensitütüsü İlmî Dergisi, S. 7-8, Bişkek, 2009, s. 62.
[2] A.g.m.
[3] Selçuklu Devleti’nin başkenti olmasıyla ünlüdür. 1194 yılında Harzemşahlar ile Irak Selçukluları arasında yapılan büyük savaş da burada gerçekleşmiştir. Savaştan sonra Harzemşahların idaresine geçen şehir, sırayla İran ve Osmanlı Devleti arasında el değiştirdi. İran-Irak Savaşı sırasında yerle bir edilen şehir, günümüzde İran sınırları içindedir.
[4] Büveyhî veziri, âlim, edip ve şairi. Tam adı, Ebü’l-Kāsım İsmâîl b. Abbâd b. el-Abbâs et-Tâlekānî’dir (ö. 385/995). Kādılkudât makamına getirdiği Kādî Abdülcebbâr ile aralarında dostluk bulunmasına rağmen Abdülcebbâr onun işlediği günahlardan dolayı tövbe etmeden öldüğünü iddia ederek cenaze namazını kıldırmadı. Bunun üzerine 983-997 yılları arasındaki Büveyhi hükümdarı Fahrüddevle (ö. 387/997) onu görevden alıp yerine Kadı Ebü’l-Hasan el-Cürcânî’yi getirdi (Yâkūt, VI, 299) bkz. Çelebi, İlyas, “Sâhib b. Abbâd”, TDV İslam Ansikl., c. XXXV, Ankara, 2008, s. 512.
[5] Tam adı Ebü’l-Hasen Alî b. İsmâîl b. Ebî Bişr İshâk b. Sâlim el-Eş‘arî el-Basrî’dir (ö. 324/935-36). Eş‘ariyye mezhebinin kurucusudur. Yemen’deki Eş‘ar kabilesine mensup olan sahâbî Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’nin soyundan geldiği için Eş‘arî nisbesiyle tanınmıştır. Ehl-i sünnet akîdesinin gelişip yayılmasına olan önemli katkılarından dolayı “Nâsırüddin” lakabıyla da anılır bkz. Abdülhamid, İrfan, “Ebü'l-Hasan Eşari”, TDV İslam Ansikl., c. XI, Ankara, 1995, s. 444.
[6] Hicrî ilk iki yüzyılda (VII-VIII. yüzyıllar) ortaya çıkan Medine merkezli Hicaz fıkhı ile Kûfe merkezli Irak fıkhını yakından tanıma ve eleştirme imkânı bulup bu iki eğilim arasında özgün bir sentez gerçekleştiren İmam Şâfiî’ye (ö. 204/820) nisbet edilen fıkıh doktrini ve bu çizgide üretilen fıkıh birikimi Şâfiî mezhebi (Şâfiiyye) diye adlandırılmış, bu mezhebe mensup fakihlere ve mezhebin görüşüyle amel eden kişilere Şâfiî denmiştir bkz. Aybakan, Bilal, “Şâfiî Mezhebi”, TDV İslam Ansikl., c. XXXVIII, Ankara, 2010, s. 233.
[7] Bu mezhep; fıkhî ve itikadî mezheplerin çoğunluğu kurucusu sayılan kişilerin isimlerine nisbetle adlandırıldığı ve öylece meşhur olduğu gibi, hicrî ilk iki yüzyılda Kûfe merkezli olarak Irak bölgesinde başlayan ve daha sonraki yüzyıllarda giderek gelişip yaygınlaşan Irak fıkhı, bu fıkhın metodoloji, doktrin ve sistematiğinin oluşmasında en büyük paya sahip bulunan Ebû Hanîfe’ye nisbetle Hanefî mezhebi (Hanefiyye) olarak adlandırılmış, bu mezhebe mensup olan fakihlere ve bu mezhep görüşüyle amel eden kişilere de Hanefî denilmiştir bkz. Bardakoğlu, Ali, “Hanefî Mezhebi”, TDV İslam Ansikl., c. XVI, Ank., 1997, s. 1.
[8] Tam adı Ebû Abdillâh el-Hüseyn b. Alî b. İbrâhîm el-Basrî el-Kâğadî’dir (ö. 369/979-80). Mu‘tezile’nin önde gelen kelâm âlimlerinden ve Hanefî hukukçusudur. Büyük ihtimalle, 311 (923) yılından itibaren devamlı bir tehlike teşkil eden Karmatîler’in şerrinden kurtulmak için genç yaşta Basra’dan ayrıldı. O dönemde Askerimükrem’de bulunan ve Mu‘tezile’nin Basra ekolünün temsilcileri sayılan Ebû Hâşim el-Cübbâî ile öğrencisi Ebû Ali İbn Hallâd el-Basrî’den istifade etti. Gayreti ve çalışkanlığı sayesinde onların seviyesini aştı. Ömrünün büyük bir kısmını Bağdat’ta geçirdi. Uzun süre Hanefî fakihi Ebü’l-Hasan el-Kerhî’nin derslerine devam ederek Hanefî fıkhını öğrendi. Zühd ve ibadet yanında öğretim faaliyetlerine ağırlık verdi. Gündüzleri ikindiye kadar istirahat eder, gece boyunca da ders okutur ve telifle meşgul olurdu bkz. Gölcük, Şerafettin, “Ebû Abdullah el-Basrî”, Ank.., 1994, c. X, s. 84.