Kur’an’da “diğerleri” lafzı

Kur’an’da “diğerleri (âharûn)”, dört ayette toplam beş defa yer almaktadır. Üçü Mekke’de indirilen iki surede; diğer ikisi de Medine’de indirilen Tevbe suresinde yer alan “âharûn”, bulunduğu bağlamların gereği olarak, “bir kısmınız, başka bir zümre, diğerleri ve diğer bir grup” şeklinde çevrilmiştir.
Kulluğun en belirgin göstergelerinden birisi namaz kılmaktır. İlk dönemde Müslümanlar, Rasulullah’ı (s) örnek alarak, geceleri uzun uzun ibadet ediyorlardı. Allahu Teala onların yükünü şöyle hafifletti:“Senin, gecenin üçte ikisine yakın kısmını, (bazen) yarısını, (bazen de) üçte birini yatmadan (ibadetle) geçirdiğini ve beraberinde bulunanlardan bir grubun da (böyle yaptığını) Rabbin elbette biliyor. Gece ve gündüzü, ölçüp biçen ancak Allah’tır. O sizin, bunu sayamayacağınızı bildiği için, sizi bağışladı. Artık, Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun. Allah bilmektedir ki içinizde hastalar bulunacak, bir kısmınız Allah’ın lütfundan aramak üzere yeryüzünde yol tepecekler, diğer bir kısmınız da Allah yolunda çarpışacaklardır. O halde Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a gönül hoşluğuyla ödünç verin. Kendiniz için önden (dünyada iken) ne iyilik hazırlarsanız Allah katında onu bulursunuz; hem de daha üstün ve ödül olarak daha büyük olmak üzere. Allah’tan bağışlanma dileyin, şüphesiz Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.” (Müzzemmil, 73: 20). Bu ayet ile farz namazların dışında, geceleri kılınan namazların nafile olduğu kesinleşmiştir.  Müminlerin tek yapması gereken, kendilerini bireysel ibadetlere vermeleri değildir. Bu ibadetlerden sevap kazanılırken, kamusal alanda işlenen ifsadı ortadan kaldırmak, hakkı ve sabrı tavsiye etmek, iyiliği emredip kötülükten alıkoymak sorumluluğu vs. ihmal edilemez. Namaz dinde önemlidir ancak din, namazdan ibaret değildir. Surenin Mekki olması dikkate alındığında, buradaki “Allah yolunda çarpışacaklardır.” ifadesi Mekke’deki mevcut durumu değil, gelecekteki bir durumu işaret etmektedir. Zira Müslümanlar Mekke’deyken müşriklerle fiili savaşa girmemişlerdi. Benzer şekilde, bu ayette geçen “zekâtı verin” emrinin “miktarının net olarak belirlenmediği bir infak” olduğu söylenebilir. Çünkü malın kırkta birinin zekâtının verilmesi gerektiği, Peygamber’in (s) uygulaması ile, Medine döneminde kesinleşmiştir. Ayetteki “Kendiniz için önden (dünyada iken) ne iyilik hazırlarsanız Allah katında onu bulursunuz” ifadesi ile kastedilen şey; insanların dünyada biriktirdikleri malların değil, iyiliklerin ellerinde kalacağıdır. Dolayısıyla, müminlerin hedefi cennete gitmek için “salih amel biriktirmek” olmalıdır.
Peygamberlikten önce, “emin” denilen Hz. Muhammed, vahiy geldikten sonra, yalanı bir propaganda aracı olarak kullanan kesimler tarafından, yalancılıkla itham edildi: “İnkâr edenler, ‘Bu (Kur’an), olsa olsa onun (Muhammed’in) uydurduğu bir yalandır. Başka bir zümre de bu hususta kendisine yardım etmiştir.’ dediler. Böylece onlar hiç şüphesiz haksızlığa ve iftiraya başvurmuşlardır.” (Furkan, 25: 4). Dikkat edilirse ayette bu iddialarına cevap verilmemiş, doğrudan “asıl onların” iftiracı oldukları ifade edilmiştir. Halbuki iddia ettikleri gibi Ehl-i Kitap’tan bir zümre ona yardım etmiş olsa, o ekibin onu talim ettirme sırasında kullandıkları malzemelere el koyup, onun foyasını (?!) ortaya çıkarabilirlerdi! Bunu yapmamaları, onların iftiracı oluşlarının kanıtıdır.
Müslümanlar topluca Tebük savaşına çıktıklarında, bir grup Müslüman onlara katılmamış ancak ardından savaşa çıkan müminleri yalnız bıraktıkları için pişman olmuşlardır: “Diğerleri ise günahlarını itiraf ettiler, iyi bir ameli diğer kötü bir amelle karıştırdılar. Umulur ki Allah onların tevbesini kabul eder. Çünkü Allah çok bağışlayan, pek esirgeyendir.” (Tevbe, 9: 102). Günümüzde de kâh iyi bir mümin gibi söylem ve eylem sahibi olanlar kâh zalim bir kimse gibi pratikler ortaya koyan kimseler mevcuttur. Hz. Adem gibi, bunlardan özeleştiri yapıp hatalarından dönen ve tövbe edenler olabilir. Böyle kimseleri Allah’ın bağışlaması umulur.Bu ayet, müminlerin “yapmaları gerekirken yapmadıklarından da hesaba çekileceklerini” göstermektedir.
Yukarıda savaşa katılmayıp bundan pişman olanların dışında, savaşa çıkmayıp pişmanlık da belirtmeyen bir grup daha vardır. Kur’an onlar hakkında şöyle demektedir: “(Sefere katılmayanlardan) diğer bir grup da Allah’ın emrine bırakılmışlardır. O, bunlara ya azap eder veya tevbelerini kabul eder. Allah çok bilendir, hikmet sahibidir.” (Tevbe 9: 106). Bu tür kimseler ya zaafları olan Müslümanlardır ya da münafıktırlar. Bunların Müslümanlara karşı faaliyet yürüttükleri tespit edilirse münafık muamelesi görürler. Aksi takdirde, affedilenlerden olmaları için tevbeye ve Allah yolunda infak etmeye çağrılırlar.
Görüldüğü gibi Kur’an’da âharûn lafzı; rızık arayanları, Allah yolunda çarpışanları, Rasulullah’ın güya Kur’an’ı kendilerinden öğrendiği bir zümreyi ve Müslümanlarla beraber savaşa katılmayanları ifade etmek için kullanılmıştır.
31.12.2015 Memleket Gazetesi