Kafirler ilahi mesajın sosyalleşmesini engellemek için tuzak kurarlar. Aslında kendilerine tuzak kurmaktadırlar. Ancak Allah onların kalplerini ve gözlerini mühürlediği için gerçeği görememektedirler. Acaba bu tuzaklara karşı nasıl davranılacaktır? Onların tuzaklarına düşmüş görünüp gizli bir tavır mı takınılacak yoksa tuzakları onların suratlarına vurulup desiseler bir bir ortaya mı dökülecektir? Bu noktada Kur'an-ı Kerim'in bizlere kazandırdığı çizgi nebilerin tavırlarında kendini göstermektedir. Bu nedenle gönderiliş sırasına göre peygamberlerin tuzaklara karşı verdikleri tepkileri ele almak tavrın seyrini görmek ve örnekliklerini anlamak açısından daha sağlıklı olacaktır.

a. Hz. Nuh:
Tevhid çağrısına karşı inkarcılar müminleri tarihin değişik dönemlerinde tehdit etmiş ve müminleri yıldırmaya çalışmışlardır: "Ama hakkı inkar eden toplumlar (Nuh, Ad ve Semud toplumu) elçilerine şöyle dediler: "Ya bizim yolumuza dönersiniz ya da kesinlikle sizi ülkemizden sürüp çıkarırız."(İbrahim 14/13). Ancak bu tür tehditler ilahi azabı insanlarınkiyle bir tutmayanlar için bir şey ifade etmemektedir. Onlar Rahman olan Allah'tan korkarlar: "Onlara Nuh'un haberini oku: Hani o kavmine demişti ki: "Ey kavmim! Eğer benim (aranızda) durmam ve Allah'ın âyetlerini hatırlatmam ağır geldiyse, ben yalnız Allah'a dayanıp güvenirim. Siz de ortaklarınızla beraber toplanıp yapacağınızı kararlaştırın. Sonra işiniz başınıza dert olmasın. Bundan sonra (vereceğiniz) hükmü, bana uygulayın ve bana mühlet de vermeyin." (Yunus 10/71)

Hz. Nuh'un kıssası burada Hz. Muhammed (s)'in mesajını reddedenlere bir uyarı olsun diye zikredilmiştir. bu şekilde, onların önüne itikatlarının, düşüncelerinin ve yollarının yanlış olduğunu göstermek üzere deliller konmakta ve onlara doğru yolu benimsetebilmek için vurucu hitaplarda bulunulmaktadır. Böylece onlar Resullerine karşı takındıkları tavrın sonuçları hakkında uyarılmış olmakta ve dolaylı yoldan peygamberlerine Kureyş gibi davranan Nuh kavminin akıbetinden ders almaları öğütlenmektedir. Hz. Peygamber(sav) son derece uygun bir yolla onlara hata ve sapıklıklarını göstermekte ve bu yanlışlıkları düzeltemeye çalışmaktadır. Fakat onlar bunun üzerinde tekrar tekrar düşünecekleri yerde, O'nun ölümcül düşmanları haline gelmişlerdir. Hz. Muhammed (sav) bu görevi yüzünden onlardan hiçbir ücret talep etmediği, mesajını yalnızca kendi hayırlarına yaymak istediği halde onlar muhataplarının delillerine küfürle, vahşetle ve taşla karşılık vermişlerdir. O kadar ki, artık Hz. Muhammed (sav) onlar için artık katlanılmaz bir şahıstır. Bu onların Sırat-ı Müstakim karşısındaki önyargıları yüzündendir ve bu mesnetsiz yargılar onları o denli körleştirmişti ki, Sırat-ı Müstakim'i izleyen birinin varlığına bile tahammülleri kalmamıştır. (Mevdudi, II, 327)İşte burada Allah, Resulü'nden onlara Hz. Nuh'un kıssasını anlatmasını istemektedir. Bununla, kendisine karşı takındıkları olumsuz tavra bir anlam verebilmeleri gayesi güdülmüştür.

Bu arada hz. Nuh, bu meydan okuyuşuna bir ileri adımla daha pekiştiriyor. Sapıtmış soydaşları ile ilişkilerini kestiğine, onlardan koptuğuna, onlarla hiçbir ilgisinin kalmadığına dair yüce Allah'ı şahit tutuyor. Arkasından da yüzlerine vurduğu bu ilişki kesme kararına, soydaşlarının kendilerini de tanık tutuyor. Böylece artık onlardan biri olarak yaşamak istemediğini, bunun akıbetinden korktuğunu kesinlikle bilmelerini istiyor. Bütün bunları dile getirken, imanın vakarını, mümin olmayanları tepeden baktıran onurunu, güvenini ve gönül huzurunu ses tonuna ve cümlelerine güçlü bir vurgu ile yansıtmayı ihmal etmiyor.

Bu gerçekten kışkırtıcı, apaçık bir meydan okuyuştur. Bu sözü, elinde yeterli güç ve kuvveti bulunduran, kendi hazırlığına tam anlamı ile güvenen kimselerden başkası söyleyemez. Çünkü buradaki ifade, düşmanın öfkesini kendi üzerine çekme, dokunaklı sözlerle onların kendine saldırmalarına yol açma anlamına gelmektedir. Peki Hz Nuh'un sırtını dayadığı güç ve hazırlık neydi? Yeryüzünün bütün güçlerine karşı ne vardı elinde?

İman onunla beraberdi. Bütün güçlerin önünde küçüldüğü çoğunluğun önünde dize geldiği bütün önlemlerin karşısında çaresiz kaldığı kuvvetli bir iman. Hz. Nuh'un arkasında kendi dostlarını şeytanın dostlarının elinde bırakmayan yüce Allah vardı!

İşte bu yalnız Allah'a imandır ki, sahibini bu evrende yer alan bütün canlı ve cansız varlıklara egemen olan büyük kuvvetin kaynağına kavuşturur. Dolayısıyla bu meydan okuyuş bir aldanma, bir öfke bir intihar değildir. Bu gerçekten büyük olan kuvvetin, kesin iman sahipleri karşısında sönükleşen eriyip giden basit, geçici kuvvetlere meydan okuyuşudur.

Allah yoluna çağrıda bulunan Müslüman için Allah'ın elçileri en güzel örneklerdir. Buna bağlı olarak, dava sahibi Müslümanların kalplerini dolup taşıyıncaya kadar bu güvenle doldurmaları gerekir. Yeryüzünün gayr-ı meşru bütün otoritelerine karşı yalnız Allah'a dayanmaları zorunludur.

Yeryüzünün gayr-ı meşru otoriteleri onlara işkenceden ve eziyetten başka bir zarar veremezler. Bu eziyetin ise bir imtihan vesilesi kabul edilmesi gerekir. Yoksa yüce Allah, dostlarına yardım etmekten aciz değildir. Kendi dostlarını, düşmanlarının ellerine teslim etmesi anlamına da gelmez bu. Bu sadece bir sınamadır. Kalpleri ve safları belirleyen bir sınama. Bundan sonra atak sırası müminlere gelir. Ve yüce Allah'ın onlara söz verdiği zafer ve egemenlik gerçekleşir. (S. Kutub, V, 551)

Zemahşeri, "işiniz başınıza dert olmasın" ifadesinin "işiniz gizli kalmasın" anlamına da gelebileceğini söyler. (Zemahşeri, II, 347) Bu anlam esas aldığında yine ayetin ilk anlamı ile uyum içinde bir mana ortaya çıkar. Hz. Nuh onlara meydan okuyarak öldürülmesinin de aleni olarak yapılmasını istediğini gösterir.

b. Hz. Hud:
Tuzaklara karşı Hud peygamber de şöyle tavır aldı: 'Allah'ı şahid tutuyorum. Sizde şahid olun ki, ben izin Allah'ı bırakıp ortak koştuğunuz şeylerden beriyim (onları tanımıyorum). Artık bana hep birlikte tuzak kurun. Sonra bir an bile süre vermeyin. (Hud 11/ 54-55)
Bu sözler Hz. Hud'un soydaşları ile arasındaki tüm köprüleri atan bir başkaldırı bildirisidir. Bu son sözleri ile onlara karşı kesinlikle başkaldırıyor. Yüce Allah'ın yolundan başka bir yolu kesin olarak benimsedikleri için aralarında bir bağın bir arada tutamayacağı bu iki karşıt grup arasında bütün iplerin koptuğunu dile getiriyor bu yiğitçe sözler Hz. Hud'un bu meydan okuyuşu insanı hayrete ve dehşete sürüklüyor. Sebebine gelince, kendisi tek başınadır. Bu yalnızlığına rağmen sert, kaba ve sözden anlamaz bir topluma karşı koyuyor. Karşısındakiler o kadar cahildirler ki, düzmece ilahlarının birini çarpabileceğine ve bu yüzden akli dengesinin bozulacağına inanıyorlar. Bunun yansıra insanları tek Allah'a ibadet ilkesine çağırmanın çarpılma sonucu ortaya çıkan bir saçmalama olabileceğini düşünüyorlar. İşte uydurma ilahlarına bu denli güvenen bir toplumun karşısına tek başına dikilerek inançlarının, budalaca bir saplantı olduğunu haykırmak, onları paylamak, azarlamak, meydan okuyarak bam tellerine basmak hayret verici, dehşete düşürücü bir yiğitliktir. Onlara karşı hazırlık yapmak üzere kendisine mühlet vermelerine razı olmadığı gibi, kendileri ile baş başa kalıp öfkelerinin yatışmasına da fırsat tanımıyor. Tersine, üzerlerine gidiyor.

Gerçi insan bu sert ve kaba topluma karşı böylesine yiğitçe meydana okuyan yalnız bir adamı düşününce dehşete kapılıyor ama bu cesaretin etkenlerini irdeleyince kapıldığı dehşet duygusu yok oluyor.
Bu cesaretin ardında iman ve gönül rahatlığı yatar. Bu yiğitlik yüce Allah'a inanmaktan, O'nun vaadine umut bağlamaktan ve desteğine güvenmekten kaynaklanıyor. Bu inanç kalple bütünleşince, yüce Allah'ın zafere ilişkin vaadi -bu kalp için- elle tutulur, somut bir gerçeğe dönüşüyor. Kalbin sahibi bu zaferden bir an bile kuşku duymuyor. Çünkü bu güven duygusu kalbini doldurduğu gibi avuçlarını da dolduruyor. Artık bu zafer müjdesi, bilinmezliğin karanlığına gömülmüş, geleceğe dönük bir beklenti değildir. (S. Kutub, VI, 112)O gözlerin gördüğü ve kalbin algıladığı somut, şimdiki zamanda var olan bir realitedir. Şimdi Hz. Hud'un bu yiğitçe sözlerini okuyalım: "Hud dedi ki; "Ben Allah'ı şahit tutuyorum, ayrıca siz de şahit olunuz ki, ben O'na koştuğunuz ortaklardan uzağım."

Allah'a ortak koştuğunuz düzmece ilahlarınızla hiçbir ilişkimin olmadığına dair önce yüce Allah'ın kendisini şahit tutarım. Ayrıca bu konuda siz kendiniz de bana şahit olunuz ki, bu taptığınız ilahlardan uzağım. Bu şahitliğiniz, ileride aleyhinize işleyecek bir delildir. Yüce Allah'a yakıştırdığınız bu ortaklarla en ufak bir ilgimin olduğunu size açık açık ilan ettiğimi ileride bu tanıklığınız da ispatlayacaktır. Bunun yanı sıra birinin beni çarptığını sandığınız o ilahlarınız, siz bir araya geliniz ve bana karşı elinizden gelen tuzağı kurunuz, bunun için bana hiçbir mühlet tanımayınız, hiçbir savunma fırsatı vermeyiniz. Hiçbiriniz umurumda değilsiniz. Sizden hiç korkmuyorum. Çünkü; "Ben, benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a dayandım." Ne kadar inkar etseniz, ne kadar yalanlasanız da bu gerçek geçerlidir. Yani Yüce Allah'ın benim de sizin de Rabbimiz olduğu gerçeği. Tek Allah hem benim ve hem de sizin Rabbinizdir. Çünkü o herkesin ve her şeyin tek Rabbidir, ne işi ve ne de ortağı vardır. Şunu da iyi biliniz ki; "Hiçbir canlı yoktur ki, perçemi O'nun avucu içinde olmasın." (Hud 11/56) Burada ezici iradeyi ve üstün gücü ifade eden somut bir tablo ile karşı karşıyayız. Tablo, insan da dahil olmak üzere yeryüzünde hareket eden bütün canlıların perçeminden tutan, üstün gücü canlandırıyor. "Perçem" alnın üst kısmına denir. Bu tasvirle ezici irade, tartışmasız üstünlük ve karşı konulmaz egemenlik ifade ediliyor. İfadede, içinde bulunduğumuz duruma, Hz. Hud'un soydaşlarının Kalabalığına ve sertliğine uygun düşen, onların gövdelerinin, vücut yapılarının iri yarılığıyla algılarının ve duygularının katılığı ile uyuşan sertlikte, somut bir görüntü çiziliyor. Hemen arkasından ilahi yasaların doğrultularındaki sapmazlığı ve eğrilmezliği vurgulayan bir değerlendirme cümlesi geliyor: "Hiç kuşkusuz benim Rabbim, doğru yoldadır" Bu güçlü ve keskin çizgili ifadelerde Hz. Hud'un sergilediği o tepeden bakmanın, o yiğitçe meydan okumanın sırrını buluyoruz. Bu ifadeler, Allah'ın peygamberi Hz. Hud'un vicdanında taşıdığı Allah'a kulluğun gerçek tablosunu gözlerimizin önüne seriyor. O bu gerçeği belirgin bir algılayışla içinde buluyor. Onun ve diğer tüm yaratıkların Rabbi olan Allah güçlü ve ezici iradelidir. "Hiçbir canlı yoktur ki, perçemi O'un avucu içinde olmasın." Şu kaba ve sert soydaşları da yüce Allah'ın perçemlerini avucu içine alarak üstün gücü ile kahredebileceği canlıların bir ölümünü oluştururlar. O halde onlardan niye korksun ki, onları niye umursasın ki? Eğer onlar başına musallat olacaklarsa, ancak yüce Allah'ın izniyle başına musallat olabilecekler. Onlar ile yolu ayrı düştüğüne göre artık aralarında barınamaz. Eğer ilahi çağrıyı seslendiren dava adamı bu gerçeği vicdanına yerleştirirse, içine sindirirse, o zaman ne akıbeti konusunda kalbinde herhangi bir kuşku kalır ve ne de yoluna devam etmesi konusunda en ufak bir tereddüde düşer.

Bu güven, bütün dönemlerin seçkin müminlerinin kalplerinde beliren biçimi ile ilahlık gerçeğini yansıtır. Yüce Allah'ın gücünden kaynaklanan meydan okuma ve bu gücün kahredici ve iş bitirici üstünlüğü ile ortaya serilişi bu dereceye varınca Hz. Hud soydaşlarını uyarmaya ve korkutmaya girişiyor: "Eğer çağrıma sırt çevirecek olursanız, ben size gönderilen mesajı duydum." Ben Allah'a karşı görevimi yerine getirdim. Artık benden günah gitti. İşinizden elimi çekiyorum. Rabbim, sizin yerinize başka bir toplum getirir. Sizler bu azgınlığınız, bu zalimliğiniz ve bu sapıklığınız yüzünden helak edildikten sonra yerinizi alacak olan insanlar yüce Allah'ın çağrısına olumlu cevap vermeye yatkın O'nun göstereceği yoldan dosdoğru gitmeye istekli kimseler olurlar. Şunu da unutmayınız ki: "Siz O'na hiçbir zarar dokunduramazsınız." Böyle bir işe kalkışmaya gücünüz yetmez. Ayrıca sizin yok oluşunuz O'nun evreninde herhangi bir boşluk, herhangi bir eksiklik doğurmaz. Hiç kuşkusuz her şey O'nun gözetimi ve denetimi altındadır. (S. Kutub, VI, 114)Dinini ve dostlarını korur, yasalarını size çiğnetmez. Sizi öylesine sıkı bir gözetim altına alır ki, yakanızı O'ndan kurtaramazsınız, kaçmakla O'ndan kurtulamazsınız.

c. Hz. Yusuf:
Tuzaklar karşısında müminlerin sığınacakları varlık Allah'tır. O Müslümanlara yardım eder. Yeter ki onlar gönülden bağlanan kullar olsunlar: "Yusuf: "Ya Rabbi! Zindan bana bunların davet ettikleri şeyden daha güzeldir. Eğer bu kadınların tuzağını benden defetmezsen, ben onlara meylederim ve cahillerden olurum." Dedi. Bunun üzerine Rabbi, duasını kabul buyurdu da, kadınların tuzağını ondan bertaraf etti. Çünkü Allah işiten ve her şeyi bilenin ta kendisidir. (Yusuf 12/33-34)

Yusuf acizliğinin farkındadır. Tuzağa düşmek korkusuyla Allah'tan yardım istiyor. İnsan olduğu bilinciyle hareket ediyor. Allah onun direncini artırıyor. (S. Kutub, VI, 256) Hz. Yusuf'un bu duasının anlamını tamamıyla kavrayabilmek için içinde yaşadığı dönemin şartlarını veren zihni bir tablo çizmemiz gerekecektir. Bu pasajın ışığında tablonun şöyle bir şey olması gerekiyor: Çiçeği burnunda, yirmi yaşında yakışıklı bir genç var. Zorla köleleştirilip sürülmek suretiyle Mısır'a getirilmiş. Çöl hayatının kendisine kazandırdığı sağlık ve dinçlikle mücehhez.. Talih kendisini, döneminde dünyanın en medeni ülkesinin başkentinde üst tabakadan bir bürokratın evine yerleştiriyor. Gece gündüz içinde yaşamak zorunda olduğu evin hanımı kendisine aşık oluyor ve onu tahrik edip baştan çıkarmaya çalışıyor. Yakışıklılığı kentte dillere destan oluyor ve kentin diğer kadınları da kendisine meylediyorlar. Şimdi, can alıcı durum işte buradadır. Her tarafı kendisinin ansızın kıskaca alıp yakalayacak yüzlerce cazip tuzakla çevrilidir. İnsani duygularını galeyana getirip cezbedecek tüm vasıtalar devreye sokulmuştur. Her gittiği yerde tüm cazibe ve büyüsüyle bir pusu ve pusunun altında yatan günahla karşı karşıyadır. Tüm pusular onu gaflete düşürüp kendi içlerine çekmek için fırsat kollamaktadırlar. Şartlar onu günaha teşvik etmektedir hep. Fakat bu muttaki genç adam başarıyla bu imtihandan geçer, zikre şayan bir nefs murakabesiyle şeytanın iğvasından kurtulur. Fakat kayda değer olan daha önemli bir durum vardır ki, böylesi kışkırtıcı şartlar altında gösterebildiği takva örneği onda hiçbir gurur hissi uyandırmaz. Diğer taraftan Rabbine kendisini günah tuzaklarından koruması için tam bir teslimiyetle yakarır. Çünkü insanoğlunun bu konudaki, ortak zaafını bilmektedir.: "Rabbim ben zayıfım, sonunda bu tahriklerin dayanma gücümü aşmasından korkarım. Beni tuzağına çeken bu tür bir günahı işlemektense zindana girmeyi tercih ederim."
Aslında bu, Hz. Yusuf'un eğitimi için oldukça kritik ve önemli bir dönemdi. Bu sıkı imtihan o zamana dek kendisinin bile farkında olmadığı bilkuvve halindeki erdemleri bilfiil hale getirmişti. Bütün bunlardan sonra anladı ki, Allah kendisine tevazuun, sadakatin, takvanın, izzetin, adaletin, murakabenin ve ruhi dengenin, en mükemmel niteliklerini bahşetmiştir ve o da bu niteliklerini Mısır'da iktidarı ele geçirdiğinde tam tekmil kullanmıştır.

Allah kendisine pusu kuran tüm vasıtaları etkisiz hale getirmek suretiyle Hz. Yusuf'u onların tuzaklarından uzaklaştırdı. Bu ayetin ihtiva ettiği bir şey daha vardır: Allah onların tuzak ve tahriklerinden Hz. Yusuf'u korumak için ona zindan kapılarını açtı.

d) Hz. Muhammed (s):
Önceki peygamberlerin izinden giden Hz. Muhammed (s) dönemindeki müşrik liderlere karşı aynı tepkileri veriyor: "De ki: "Ortaklarınızı çağırın. Ardından bana tuzağınızı kurun da bana göz de açtırmayın." (Araf 7/195) bu, putperest Arapların, "Eğer ilahlarımıza karşı gelmekten vazgeçmezsen onların gazabına uğrayacak ve helak olacaksın" diyerek Hz. Muhammed (s)'e yönelttikleri tehditlerinin cevabıdır. Müşrikler Hz. Muhammed'i ilahlarının çarpacaklarını düşünüyorlardı. Tuzak kurmaya onların ibadet ettikleri putlar ile birlikte çağrılmaları ondan kaynaklanıyordu. (Kutub, IV, 490-492) Bu ilahların çarpacağına dair anlayış Hud toplumunda da vardı: "Yalnız deriz ki: 'Herhalde ilahlarımızdan bazısı seni çarpmış olacak' (Hud 11/ 54) Yüce Allah, Resulü'ne, bu müşriklerin tanrı diye tapındıkları bu varlıkların eğer güçleri yetiyorsa, kendine zarar vermesi için tuzak hazırlamalarını teklif etmesini ve böylece onlara meydan okumasını emretmektedir. Ardından kendisine kitabı indiren Allah'ın, onu ve salihleri veli ve dost edindiğini açıklamasını emretmektedir. Allah'ın veli edindiği kimseye ise, yaratılanların hiçbiri bizzat Allah'ın bilmiş olduğu bir hikmet dolayısıyla -O'nun dilemesi hali müstesna- zarar veremez. (S. Havva, V, 377-378)Üstünlük, hakimiyet ve yardımcı olmak bakımından bu vasıftaki kimse ise, hak olan ilahtır. Şu ne kendilerine ne de kendilerine tapanlara hiçbir yardım ve faydası dokunmayan, hiçbir şey işitemeyen ve göremeyen uydurma ilahlar değil.

Son çare hicret
Hicretin birkaç anlamı vardır: Birincisi, en genel anlamda olanı ki, yüce Resulümüzün doğup büyüdüğü Mekke’den hicret etmek suretiyle, İslâm’a davet ve tebliğ görevini, bir başka uygun mekan olan Medine’de devam ettirmesi...
İkinci anlamı ise, İslâm’ı yaşama imkanı verilmeyen bir yerden, İslâm’ın daha rahat yaşanabileceği bir mekana intikal etmektir. Bu da oldukça meşhur bir anlamdır. İnsanın yaratılışının gayesi olan “kulluk” görevini layıkıyla yerine getirme çabasıdır.
Üçüncü anlamı da, Allah’ın yasak ettiği her şeyi terkederek Allah’ın emrettiği şeylere yönelmektir. Bu da kulluğumuzun bir gereğidir.

Allah’ın emirlerini rahat yaşayabilecek imkanlar aramak, şer ve haramlardan kaçıp, kulluğumuzu yerine getirmek anlamındaki hicret, dünya var oldukça devam edecektir. Çünkü dünya hayatımız sürdükçe, can tende oldukça kulluk görevimiz devam edecektir.

Allah’ın arzı geniştir. Dünyayı ve içindekileri insanın istifadesi için yaratmıştır. Allah’ın kullarının İslâm’ın hükümlerinin inandıkları gibi yaşayabilecekleri imkanları mutlaka var etmiştir. Mesela Habeşistan’a hicretin sebebi neydi?
Hz. Peygamber (sav) döneminde hicret Kureyş'in kurduğu tuzağın boşa çıkması için yapıldı. (Enfal 8/30) Bu tuzak Kureyşliler Hz. Muhammed (s)'in Medine'ye hicret edeceğini öğrendiklerinde kurulmuştur. Müşrikler, Peygamber(s)'in Mekke'den hicret etmeyi başarırsa, ulaşamayacakları bir yere gitmiş olacağını ve engellenemez bir hal alacağını hissettiler. Bu nedenle, onunla ilgili kesin bir karara varmak amacıyla ileri gelen liderler Dar'un-Nedve'de toplandılar. Bazıları onun zincire vurulup ömür boyu hapsedilmesi gerektiğini söylediler. Fakat bu görüş kabul edilmedi. Çünkü arkadaşlarının onun davasını yürüteceğinden ve güç kazanır kazanmaz hayatları pahasına da olsa onu kurtarmaya çalışacaklarından korkuldu. Bazıları da onun Mekke'den sürülmesi gerektiğini ifade ettiler. Çünkü bu en azından kendi aralarında yarattığı karışıklığa bir son verecekti. O zaman onunu nerede yaşadığı ve ne yaptığı kendilerini ilgilendirmeyecekti. Fakat Kureyşli liderler bu görüşe karşı çıktılar ve şöyle dediler: "Bu adamın çok etkileyici bir konuşması ve kalpleri kazanma yeteneği vardır. Eğer buradan ayrılırsa başka Arap kabilelerine gider, onları kendi tarafına kazanır ve güçlendikten sonra tekrar dönüp Mekke'ye saldırır." En sonunda Ebu Cehil kendi planını öne sürdü: " Her aileden genç, soylu ve güçlü bir adam seçelim. Onlar hep birden saldırıp Muhammed'i öldürsünler. Böylece kan diyeti bütün Kureyş kabileleri arasında ortak olacak ve Muhammed'in ailesi olan Benu Abdu Menaf bütün kabilelerle savaşmaya güç yetiremeyeceği için kan diyetini para olarak kabul etmek zorunda kalacaklardır." Bu plan oy birliği ile kabul edildi. (Mevdudi, II, 153)Ancak Rabbimiz onların planlarını boşa çıkardı.

Müslümanların Habeşistan ve Medine'ye yaptıkları hicretler davetin geçirdiği birçok tarihsel merhalenin bulunması gereği peş peşe ve art arda gerçekleşmiş olmalarına rağmen tek bir sebebe dayanıyorlardı. Örneğin ilk Müslümanların hicretleri müşrikler tarafından maruz bırakıldıkları eziyet ve işkencelerden kaçıştı. Müşrikler onlara çeşit çeşit işkenceler yapıyorlar, kendilerini değişik baskılara maruz bırakıyorlardı. Hz. Muhammed (sav)'in hicreti ise yalnızca ölümden kaçış sebebiyle değil, aynı zamanda vahiyle gelen emirden dolayı idi.(Halefullah, 164)Bu emir, Medine'nin İslam davetinin merkezi ve Arap ve Arap olmayan toplumlarda köklü değişiklikler meydana getirecek devrimcilerin menbaı haline dönüşmesini amaçlıyordu

Kafirlerin kurdukları tuzaklara karşı peygamberlerin tavırları nettir. Kimse onların yaptıklarından, söylediklerinden şüphe etmemektedir. İslami tavır da zalim tutumların karşısında izzetli durmak şeklinde kendisini gösterir. Peygamberlerin tarih boyunca gösterdiği budur. Bu tavrın sonucunda hak ve batıl herkese zahir olur. Sonuçta baskılar artınca tebliğ imkanı bulunamazsa çözüm önce zihinsel sonra da fiziki anlamda hicret ederek yeni kazanımlar elde etmekte aranmalıdır.

Kaynakça
Halefullah, Ahmet; Hz. Muhammed ve Karşıt Güçler, Çev: İbrahim Aydın, İstanbul, Birleşik Yay., 1992, 164)
Havva, Said, el-Esas fi't-Tefsir, Çev: M. Beşir Eryarsoy, 16 cilt, İst., Şamil Yayınevi, 1990
Kutub, Muhammed, İslami Açıdan Tarihe Bakışımız, Çev: Talip Özdeş, İst., Risale Yay., 1990
Mevdudi, Ebu'l Ala, Tefhim'ul Kur'an, Çev: Muhammed Han Kayani ve diğerleri, 7 cilt, Istanbul, İnsan Yay., 1986
Zemahşeri, Keşşaf, 4 cilt, Beyrut, Dar’ül Kütüb-il İlmiye, 1995