د-ه- شkök harflerinden türeyen tanıklık etme anlamındaki şahadet[1] (Mevdudi, I, 334) kelimesi ile aynı kökten gelen teşehhüd  “eşhedu ellâ ilahe illallah ve eşhedu enne muhammeden abduhu ve rasulühü” demektir. Meşhed ise insanların toplandığı yerdir (Ferâhîdî, III: 398.). Yine bu harflerden türeyen ve Allah yolunda öldürülenler için kullanılan şehid ile şahid[2] aynı anlamda olup çoğulu “şüheda”dır (Cevheri, II: 494).

Kur’an gaybı da, müşahede edilebileni (şahadeti) de bilen (Haşr, 59: 22) Allahu Teala’nın (Bakara, 2: 140; Enam, 6: 19), ölümü anında birinin yanında bulunanların (Maide, 5: 106) şahadetlerinden ve namuslu kadınlara iftira atanların şahadetlerinin kabul edilmeyeceğinden (Nur, 24: 4) söz etmektedir. Fakat biz bunlardan ziyade “Allah yolunda öldürülenler için kullanılan şahadet” ve ilişkili kavramlara dair Mevdudi’nin Tefhimu’l-Kur’an adlı eserindeki yaklaşımlarını ortaya koyacağız. Bunu yaparken, bu konunun güncel göndermelerini de zaman zaman dipnotlarda belirteceğiz.

Allah yolunda öldürülenlere “ölüler” demek Kur’an tarafından yasaklanmıştır: “Ve sakın Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin; hayır onlar diridirler. Fakat siz bunun şuurunda değilsiniz.” (Bakara, 2: 154). Çünkü “ölüm” kelimesi ve düşüncesi cesaret kırıcıdır ve Allah yolunda kendini feda etme ve O'nun yolunda savaşma isteği ve cesaretini yok etmektedir. Bunun yerine Müslümanlara, şehitlerin ebedî hayatta mutluluk içinde yaşadıklarına inanmaları söylenmektedir. Bu, cesaret ve yiğitlik ruhunu canlı tutan bir gerçektir. (Mevdudi, I: 113).

Hz. Enes şehitler konusunda Rasulullah (s)’tan şöyle bir nakilde bulunmaktadır: “Rasulullah (s) buyurdular ki: Cennete giren hiç kimse dünyaya geri dönmek istemez, yeryüzünde olan her şey orada vardır. Ancak şehid böyle değil. O, mazhar olduğu ikramlar sebebiyle yeryüzüne dönüp on kere şehit olmayı arzular.”[3]

Herhangi bir şey hakkında “doğrudur” demesinin, o şeyin gerçekten doğru olduğuna yeter delil teşkil ettiği kimseler gibi, hayatının her yönünde imana şahitlik (tanıklık) eden kişi de şehittir: “Allah'a ve Rasul'e kim itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, doğrular (ve doğrulayanlar), şehidler ve salihlerle beraberdir. Ne iyi arkadaştır onlar?” (Nisa, 4: 69). Allah yolunda öldürülen kişi Allah için isteyerek ölümü seçmektedir. Doğru olduğuna inandığı şey için hayatını feda etmesi, imanındaki içtenliğin bir göstergesidir (Mevdudi, I: 334).

İnananlar zor dönemlerin geldiğini gördüklerinde, imanlarında tereddüt etmemektedirler: “Müminler düşman birliklerini gördükleri zaman ise (korkuya kapılmadan) dediler ki: ‘Bu, Allah'ın ve Rasulü'nün bize vaat ettiği şeydir; Allah ve Rasulü doğru söylemiştir.’ Ve (bu) yalnızca onların imanlarını ve teslimiyetlerini artırdı.” (Ahzab, 33: 22). Düşmanlarını gören müminlerin imanları daha da güçlendi ve onlar Allah'a itaati bırakmak yerine, tam bir kararlılık ve samimiyet içinde her şeylerini Allah yolunda feda edip, O'na teslim olmayı tercih ettiler.” (Mevdudi, IV: 361)

Yukarıdaki ayette iman ve tevekkülün, dinin her emir ve isteğinde denemeye tabi tutulan nefsin iki niteliği olduğuna dikkat edilmelidir. Hayatın her safhasında insan, dinin bir şey emrettiği veya yasakladığı ya da kişiden hayatını, servetini, zamanını ve kişisel arzularını feda etmesini istediği durumlarla karşı karşıya gelmektedir. Bu tür durumlarda itaatten sapan kişinin iman ve itminanı azalırken, emre itaat eden kişininki artmakta[4] ve güçlenmektedir. Kişi başlangıçta sadece İslâm'ın temel akidesini kabul ederek (Kelime-i şahadet) mümin olabiliyorsa da, onun iman durumu sabit kalmaz, bilakis gerilemeye veya ilerlemeye elverişlidir. Samimiyet ve itaat ruhundaki bir azalma, imanın gerilemesine neden olmaktadır, öyle ki bu sürekli gerileme kişiyi, ufacık bir hareketinde müminlikten münafıklığa geçeceği bir sınıra getirebilir. Aksine bir kimse ne kadar samimi ise, onun itaati o kadar mükemmel, din yoluna bağlılık ve fedakârlığı o kadar büyük olacak, imanı da o denli artıp sadıklar derecesine yükselebilecektir. Fakat imandaki bu artma ve azalma sadece manevi bir olaydır ve yalnızca Allah tarafından tespit edilip hakkında bir hüküm verilebilir. İnsanlar içinse iman, bir Müslümanın İslâm'a girdiğini söylerken yaptığı şahadettir ve kişi bu şahadetinde sebat ettikçe Müslüman sayılır. Bu hususta, falanca kişinin yarı Müslüman olduğunu, falancanın üçte bir, bir diğerinin iki kat, ötekinin üç kat Müslüman olduğunu söylemek mümkün değildir. Aynı şekilde hukukî işlemlerde bütün Müslümanlar eşittir.[5] Bir kimseye daha fazla imanı olduğu için fazla hak, bir diğerine az imanlı olduğu için daha az hak verilmesi imkânsızdır. Bu yönlerden imanın azlığı veya çokluğu söz konusu değildir ve işte bu anlamda İmam Ebu Hanife, “İslâm'da iman eksilip artmaz.”[6] demiştir (Mevdudi, IV: 361). Anlaşıldığı kadarıyla Mevdudi imanın artmasından, dindeki samimiyetin artışını kastetmektedir.

Müminlerin birbirleriyle ilişkileri, inkârcılarla olan gibi değildir: “Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri döner (irtidat eder)se, Allah (yerine), kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği, müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı ise 'güçlü ve onurlu,' Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah'ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir.” (Maide, 5: 54). “Müminlere karşı alçak (gönüllü)” demek, “Müminlere karşı hiçbir zaman kuvvet kullanamazlar; zekâ, yetenek, etki, servet, güç veya bir başka şeylerini onlara baskın vermek veya zarar vermek yolunda harcamazlar; Müslümanlar böyle kişileri her zaman yumuşak, nazik, içten ve sevgi dolu bulurlar.”[7] demektir (Mevdudi, I: 433). Ayetteki “kâfirlere karşı ise güçlü ve onurlu” ifadesi ise; bir müminin sağlam imanı, samimi dindarlığı, kesin prensipleri, güçlü karakteri ve Allah vergisi zekâsıyla İslâm'ın düşmanlarına karşı sert, keskin, tavizsiz ve dirençli olması demektir. Kâfirler o müminle ne zaman çatışmaya girseler, teslim olmaktansa ölmeyi tercih edecek kadar İslâmî prensiplerindeki tavizsizliğinden dolayı, onun ne satın alınabileceğini,[8] ne de zorlanabileceğini fark ederler. (Mevdudi, I: 433). Hz. Ebu Hureyre'nin bir rivayetinde ifade edildiği gibi Hz. Peygamber (s) şöyle buyurmuşlardır: “Allah üç kişiye yardım etmeyi üzerine almıştır: Allah yolunda cihad eden; borcunu ödemek isteyen mükâteb, iffetini korumak niyetiyle evlenen kimse.”[9]

Allah yolunda bir kimsenin canını ve malını ortaya koyması her ne kadar güzel karşılansa da, bu davranışın kıymeti, can ve maldan fedakârlık şartları dikkate alınarak değerlendirilecektir. Sözgelimi İslâm'ın tehlikede olduğu ve her an kâfirlerin gücü karşısında yenilme ihtimalinin bulunduğu bir zamanda, canlarını ve mallarını verenler ile; İslâm'ın muzaffer, Müslümanların güçlü olduğu bir zamanda canlarını ve mallarını verenler arasında, elbette derece itibariyle bir fark olacaktır.[10] Hak yolunda infak edilen bir mal Allahu Teala'ya “karz-ı hasen” (güzel bir borç) vermek gibidir, Allah bu karz-ı hasenin karşılığını kat kat verecektir. (Mevdudi, VI: 108).

Allah indindeki sıddıklar ve şehitler ancak Allah yolunda mallarını ve canlarını hiç gösteriş yapmadan feda eden müminlerdir. (Mevdudi, VI: 108): “Allah'a ve O'nun Rasulüne iman edenler; işte onlar Rableri katında sıddîklar ve şehidler (veya şahidler)dir. Onların ecirleri ve nurları vardır. Küfredip de ayetlerimizi yalanlayanlar ise; işte onlar da Cehennem halkıdır.” (Hadid, 57: 19). Bu ayetin yorumunda büyük müfessirler arasında ihtilaf ortaya çıkmıştır. İbn Abbas, Mesruk, Dahhak ve Mukatil bin Hayyan, “İşte onlar Rableri katında sıddîklar” ifadesinin müstakil bir cümle olduğunu düşünmektedirler. Bu görüşe göre ayetin anlamı şu şekilde verilebilir: “Allah'a ve Rasulü'ne iman edenler İşte onlar sıddîklardır. Ve şehidler için Rableri katında mükâfatları ve nurları vardır.” Mücahid ve daha birçok müfessir ise, bu iki ifadeyi mealini verdiğimiz şekilde “tek cümle olarak” kabul etmişlerdir. İki görüş arasındaki fark, birincisinin, şehitleri sadece Allah yolunda can verenler olarak kabul etmeleridir. Onlara göre her mümin bu şekilde şehit sayılamayacağı için, bu cümleyi ayrı olarak düşünmek gerekir. İkinci görüş sahipleri ise, şehit olmanın anlamının Allah yolunda can vermekle sınırlanmaması gerektiğini düşünerek şehitliği aynı zamanda “hakka şahitlik” yapmak olarak tanımlamışlardır. Dolayısıyla bu görüşe göre her mümin şehittir. Mevdudi’ye göre ise, ikinci görüş tercih edilmeye daha layıktır (Mevdudi, VI: 123). Şu ayetler Mevdudi’nin doğru tercihini[11] destekler niteliktedir: “Böylece sizi vasat bir ümmet yaptık ki, insanlara şahid olasınız. Peygamber de size şahid olsun.” (Bakara: 143). “Allah uğrunda, O'na yaraşır şekilde cihat edin. O sizi seçti ve babanız İbrahim'in yolu olan dinde size bir güçlük yüklemedi. Daha önce ve Kur'an'da Peygamber'in size şahit olması, sizin de insanlara şahit olmanız için size Müslüman adını veren O'dur.” (Hac, 22: 78).

Kaynakça

Cevheri, İsmail b.  Hammad (h. 393), es-Sıhahu Tacu’l-Luğati ve Sıhahu’l-Arabiye, 6 c., 4. bs., Daru’l-İlm li’l-Melayin, Beyrut, 1987, II, 494.

Ferâhîdî, el-Halil b. Ahmed (h. 170), Kitabu’l-Ayn, 8 c., Daru Mektebeti Hilal, yy., ts., III, 398

Kurt, Hasan, “Taklidi İmanın Hakiki İmana Kavuşması”, Gümüşhane Üniv. İlahiyat Fak. Derg., C. 1, S. 2, Gümüşhane, 2012.

Mevdudî, Ebu’l A’lâ (1903-1979), Tefhîmu’l-Kur’an, (çev. Muhammed Han Kayani ve diğerleri), 7 c., İnsan Yay., İst., 1986.

Özbek, Tarık, Nusayri Etnik Kimliğinin Simgesel Oluşumu,  Basılmamış Yüks. Lis. Tezi, Hatay, 2006.

Sülün, Murat, İman-Amel İlişkisi, Ekin Yay., İst. 2000.

 

 

Yazı Künyesi! Kayacan, Murat, “Tefhimu’l-Kur'an’da Şahadet ve İlişkili Kavramlar”, Kur’anî Hayat Derg., S. 26, İst., 2012, s. 63-66.

Not: Yazının 11 numaralı dipnotu geçirilip yeniden gözden düzenlenmiştir.



[1] Türkçe’de şehadet şeklindeki kullanım da söz konusudur ancak biz yazıda Türk Dil Kurumu sözlüğündeki kullanımı esas aldık. 

[2] Arapça’daki شهيد ve شاهد kelimelerini Türkçe’de şehid ve şahid olarak yazmak kelimelerin orijinaline daha uygun olsa da yazı boyunca Türkçe’deki yaygın kullanım olan şehit ve şahit şeklindeki yazımı tercih ettik.

[3] Buharî, Cihâd 5, 21; Müslim, İmâret 108, 109; Tirmizî, Fedâilu'l-Cihâd, 13; Nesâî, Cihâd 30, 6, 32.

[4] İmanın artması konusunda bkz. Sülün, Murat, İman-Amel İlişkisi, Ekin Yay., İst. 2000, 354-378.

[5] Namus konusunda iftira atanın ebediyen şahitliğinin kabul edilmemesi, ticari meselelerde de kadınların şahitliğinin erkekle denk tutulmaması vb. özel durumlarda eşitlik olmayabilir.

[6] Ebu Hanife’ye göre “imanın artması” sadece Hz. Peygamber döneminde (vahyin aşama aşama inmesinden dolayı) olabilir. Ondan sonra ise sayı bakımından iman edilecek konuların artması söz konusu olamaz Ali el-Kârî’den naklen bkz. Kurt, Hasan, “Taklidi İmanın Hakiki İmana Kavuşması”, Gümüşhane Üniv. İlahiyat Fak. Derg., C. 1, S. 2, Gümüşhane, 2012, s. 7.

[7] Keşke Müslümanlık iddiasında bulunan ancak Fenike paganizminden ve Hıristiyanlıktaki Teslis inancından, çeşitli Hıristiyan törenlerinden ve bayramlarından da etkilenmiş olan (Arıngberg-Laanatza’dan naklen Özbek, 2006: 94) ve ilkeleri içinde gayr-ı İslami unsurları bolca bulunduran Nusayrilerin etkili olduğu Suriye’deki Baasçılara İran ve Lübnan Hizbullah’ı ile -stratejik gerekçeler öne sürüp katliama dolaylı- destek veren onların Türkiye’deki uzantıları yanlışlarından dönseler de Suriye’de kendi kendilerini yönetmek gibi bir talebi barışçıl eylemlerle dile getirmelerinin karşılığında; kaçırılma, tecavüz, öldürülme vs. insanlık dışı bir muameleye maruz kalan ve emperyalizme hizmet ettikleri iftirasında bulunulan Suriyeli Müslümanlara karşı ayetin gereğini yapmış olsalar!

[8] Mısır, Tunus ve Libya’da olduğu gibi günümüzde Suriye’de de yaşanan olaylar ve halen de yaşanmaya devam eden katliamlara rağmen, Müslüman Suriye halkı zorba Baas rejimi ve destekçilerine karşı cihadını ve zaman zaman cami çıkışlarında tepkisini sürdürmektedir. Onlar “zalim bir rejimin yanında yer alma” günahına karşı “Rableri katında rızıklananlardan” olmayı tercih etmektedirler.

[9] Tirmizi, Fezâilu'l-Cihâd 20; Nesai, Nikâh 5.

[10] Sözgelimi iktidar olmuş İranlı Müslümanlara şu anda sahip çıkıp sürekli onların “maslahatını” gündemde tutmakla, tarihi bir soykırımla karşı karşıya kalan Suriyeli Müslümanlara sahip çıkmak aynı şey değildir. Öncelikli olan ikincisidir.

[11] Mevdudi’nin yaklaşımını esas aldığımızda, Suriyeli Müslümanların Esed zorbalığına karşı direnişi sürdürenlerinin ve Suriye dışındaki ülkelerde Baas zulmünü eylemleriyle telin eden ve direnişi gücü yettiğince destekleyen Müslümanların şehit/şahit olduğunu söylemek mümkündür. Benzer şekilde hayatlarını hakkın rızası için mücadele ederken kaybeden Müslümanlar da hükmen şahittir/şehittir.