Suriye’de altmış bin kişinin öldürülmesi niçin bizi şok etmiyor?*

14.01.2013

Youtube videodan Aleppo’daki rejim karşıtı savaşçıları gösteren  bir kare.

Lionel Beehner

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komiseri Navi Pillay’ın “gerçekten şok edici” olarak tanımladığı rakam doğrultusunda, Birleşmiş Milletler Suriye’deki çatışmalarda hayatını kaybedenlerin sayısının altmış bini aştığını açıkladı. Sayı gerçekten dehşet verici ama geçmişte hatta Soğuk Savaş dönemi sonrasındaki savaşlardaki rakamlardan çok da farklı değil. Ortalama olarak, savaşların çoğunda ayda 3000 kişi hayatını kaybeder. Bu rakam yaklaşık iki yıldır devam eden Suriye’deki iç savaştaki rakamlara takriben eşit. Uluslararası toplum Suriye’deki iç savaşı diğerlerinden farklı görmeye eğilimli olsa da, gerçekte bu savaş diğerlerine yakın bir yapıya sahip.

Savaş, kanlı bir rejimin çökmesini tetikleyen daha fazla insan hakları talebi içeren şiddet dışı bir ayaklanma şeklinde başladı. Şiddet şiddeti getirdi ve çoğunlukla Suriye ile sınırlı olsa da barışçıl gösteriler seri bir şekilde isyana dönüştü. Yenilmişliği ve parçalanmışlığı nedeniyle muhalefete, silahlar ve ülke dışı yardımlar çok az gelmekteydi. (Mao’ya göre, isyanın ilk aşaması halk desteği gerektiren örgütsel aşamadır.) Hükümet güçlerine karşı saldırıların ve gösterilen hünerin tümü, özellikle hükümetin kontrolünün zayıf olduğu ve isyancıların halk arasında kendilerini gizleyebildiği kırsal bölgelerdeki ekseriyetle vur-kaç taktikleriydi (İsyanın ikinci aşaması silahlı isyandır). Bu aşamada, Esed’in yakın çevresi olan Alevilerden hiç destek alamasa da, muhalefet birkaç üst düzey Suriye siyasi ve askeri eliti de dahil daha büyük bir destek elde etti.

Şam ve civarındaki askeri tesislere yapılan saldırılar dikkate alındığında, isyancılar tarafından güç kullanımı daha da belirginleştiğinde, isyan üçüncü (ve belki de son) aşamaya girdi: Açık iç savaş. Esed rejimi, sınırlarının ötesinde ve Türkiye’ye yönelik saldırılarını artırdığı kadar, bir toplu cezalandırma türü olarak muhalefetler birlikte hareket eden sivillerin yoğun olduğu kentsel bölgelere karşı ayrım gözetmeyen saldırılarda da bulundu. Savaşın bu yeni aşaması, çatışmanın en yoğun olduğu sınır bölgelerindeki çatışmalarda beklenen bir gelişme olup zaten başlamış olan mülteci krizini daha da artırdı. Ülke içinde yerlerinden edilmiş ve yüz binlercesi Ürdün, Türkiye ve Irak’ta emniyet arayışında olan Suriyelilerin sayısı kısa sürede milyonları buldu. Nihayetinde, muhalefet etkili kazanımlar elde ettiğinde, kendisini daha önce Irak’ta gördüğümüz türden (kafa kesme, feda eylemleri vs.) İslami köktendinciliğe sarılan daha ölümcül bir isyanın içinde buldu.

Uluslararası toplum bile Suriye’de yaşananlara, tahmin edilebilir bir tarzda ve adeta Kubler-Ross’un Üzüntünün Beş Aşaması[1] adlı eserinin bir versiyonuyla yanıt verdi: Başlangıçta orantısız güç kullanımı nedeniyle, arka planda bir pazarlık sahnesinin peşinden gelen ilk dış tepki neredeyse hep öfke ve şoktur. Ardından da ya bir müdahale (Kosova ve Libya’daki gibi) ya da kabul (Ruanda olduğu gibi) gelir.

Suriye’deki iç savaşı gözlemlemenin en iyi yolu belki de, daha büyük bir Arap Baharı’na yönelik rota değişikliğidir. Mısır ve Tunus’taki kansız devrimler nispeten aykırı kabul edilirse, Suriye’deki şiddetli iç savaş(ın nasıl değerlendirileceği),bilimadamlarının düşük-yoğunluklu ayaklanmalar ve isyanlarla devletlerin nasıl baş edeceklerine dair kabul edecekleri “norm”a bağlıdır. Iki yıl önce, Arap dünyasında hükümetleri düşürmenin fark edilebilir maliyeti düşüktü ve biz bölgenin bir ucundan diğer ucuna, çoğu 1989’da eski SSCB’yi çökerten devrim dalgasına benzer şekildeki dalga dalga halk ayaklanmalarına şahit olduk. Tunus ve Mısır’da uzun süre iktidarda kalan yöneticiler iktidardan düştükten sonra, Libya ve Bahreyn’de ortaya çıkan şiddet yanlısı devrimciler, iktidarda kalma tarzlarını güncellediler ve şiddete başvurmanın uzlaşmaya göre daha anlamlı olduğuna karar verdiler. Açıktır ki, bir iktidara son vermek zahmetsiz olsaydı, gelişen dünyanın bir ucundan diğer ucuna popüler devrimler dalgası yaşanırdı (Bazı Afrikalı bilimadamları için kıtanın niçin pek az ayrılıkçı savaşa ve sömürge dönemi sınırlarını yeniden düzenlemeye şahit olduğu bir sorundur).

On yıl öncesinde, benzer bir eğilimi yasıtan ve Doğu Avrupa’yı kasıp kavuran turuncu devrim (color revolution) dalgası üzerine bir düşünelim. Gürcistan ve Ukrayna’daki başarıların ardından kaydadeğer ilk muharrikler mevcut idi. Bu ülkeleri “turuncu  devrimler” dalgasını etkili bir şekilde boşa çıkaran ve siyasi kabulden ziyade sıkı tedbirlerle karşı karşıya kalan Azerbeycan, Andican (Özbekistan’da bir şehir) ve Belarus takip etti. Protestocular Duke Üniversitesi’nden Timur Kuran’ın meşhur ifadesinden ödünç aldıkları terimle “devrimci eşiklerini” güncellediler. Bu anlamda, Suriye’deki türden iç savaşlar, yüksek oranlarda “sıkıca yerleşmiş rejimlerden” yönetimi zorla devralma konusunda çıplak bir uyarıcıdır. Esed’in dışarıdan yardım almadan iktidardan indirilmesi daima boş bir hayaldir.

Çünkü Esed sadece Varşova Paktı’nda işe yarayan baskı tekniklerini değil, Mısır, Tunus ve Libya’da başarısız olan teknikleri de öğrendi. Senaryosu ne dış güçlerin askeri müdahalesine imkân tanıyacak bir düzeye varan kitlesel ve gelişigüzel güce dayanıyor (Suriye hakkında Bosna’da yaşanan Srebrenica katliamı tarzında bir soykırım raporu mevcut değildir.) ne de Esed Kaddafi’nin kapı kapı ev ev isyancıları yok edeceğine söz veren kızgın söylemlerine başvuruyordu. O, katliamları nispeten yavaş fakat düzenli bir şiddet formatında sürdürdü. Bununla birlikte dış müdahalenin kırmızı çizgisi olan kimyasal silah kullanımından da kurnazca geri durdu. Bununda ötesinde Esed; Birleşmiş Milletlerin desteklediği herhangi bir anlamlı müdahaleye, onu iktidarı bırakmaya ya da çölleşmiş bir adaya göndermeye veyahut Sibirya’da bir villaya yerleşmeye zorlayacak bir barış görüşmesine karşı, dış destekçilerini –yani Rusları, Çinlileri ve İranlıları- “karartma aracı” olarak kullanmaktadır.

Interestingly, the regime’s counterinsurgency tactics have shunned those championed by the US military under David Petraeus.

İlginç bir şekilde rejimin isyanı bastırma taktikleri, David Petraeus komutasındaki Amerikan ordusunca desteklenen kesimlerden uzak durmayı öngörmektedir. Esed Kürtlerin ya da Hıristiyanların “kalplerini ve akıllarını” kazanmaya veyahut balığı (Özgür Suriye Ordusu) “deniz”den (Suriyeli siviller) çıkarmaya yoğunlaşmadı. Bunun yerine onları hedef tahtasına oturtmakta. Ordusu kentleri “temizlemiyor, kontrol altına almıyor ve inşa etmiyor veyahut kentlerde güvenliği sağlamıyor. Ancak tarafsız kalan Suriyelilere muhalefete katılmanın maliyetinin ne olduğunu göstersin diye tüm mahalleleri moloz yığınına dönüştürüyor. Esed’in babasının “Hama Yasaları” 1980’lerin başında uyguladığı bu türden taktikler için Esed’e bir yol göstericilik yaptı. Seçici güç kullanımın maliyeti yüksektir çünkü o hedef almak için çatışmaya katılmayanlardan istihbarat almayı gerektirir. Sınır kontrolü olmaksızın, böyle bir güç kullanımı zordur. Bu, Esed rejiminin niçin ekseriyetle ayrım gözetmeksizin saldırmayı ya da “az maliyetle isyan bastırma”yı tercih ettiğini açıklayabilir.

Suriye’de her şey bilimadamlarının tahmin edebildiği şekilde gitmemektedir. Stanford Üniversitesi’nden James Fearon’a göre, devrimlerden dolayı ortaya çıkan iç savaşlar, kısa ömürlüdür. Bildiğimiz en uzun savaşlar çevredeki azınlıklarla yerleşik ve çoğunluğu oluşturan nüfus ve rejim arasında yaşanmaktadır. Böyle “toprağın evlatları” namındaki seferberlikler sık sık uyuşturucu veya elmastan (Kolombiya’da FARC[2] ile devam eden savaş böyledir.) gelir temin ederler. Doğrudan dış askeri bir müdahale olmasa da, Suriye’deki savaş dış güçlerce sürdürülmektedir: İsyancılar Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’dan yardım alırken, Esed rejimi İran ve Rusya’nın maddi yardımlarının tadını çıkarmaktadır. Bazı bilimadamları dış güçlerin müdahalesinin (Demokratik Kongo Cumhuriyeti örneğinde olduğu gibi) iç savaşları uzatabileceğini öne sürmektedirler.

Suriye’deki yüksek ölüm oranı uluslararası toplumu şok etmemeli. Suriye başarısız bir şiddet dışı devrimden neşet eden klasik bir iç savaşa sürüklendi. O, açıklanma gerektirecek bir aykırılığa sahip değil. Bazı makul ve kesin durumlardan yola çıkarak, sahadaki çoğu bilimadamı bu savaşın birkaç yıl daha süreceğini ve dış müdahaleye yönlendirecek beklenmedik bazı katliamların  dışında on binlerce insanın daha hayatını kaybedeceğini tahmin edecektir. Ülke içinde silahlı şiddete Amerika’nın tepkisinde olduğu gibi, biz katliamların ardından (öyle de olmalı zaten) çılgına döneriz ama garip bir şekilde gerek caddelerimizdeki gerekse yurtıdışında iç savaşların yaşandığı yerlerde günlük katil olaylarına karşı yüksek bir hoşgörümüz vardır (NATO’nun Libya’da uçuşa yasak bölge ilan etmesine ve Kaddafi’nin devrilmesine yönlendiren şey Bingazi’deki katliam olasılığıydı). Katliamlar “insanlığın vicdanını şok eder”, öyle de görünüyor ki, onlar güç kullanarak engellenmeyi de gerektirir. Yine de azar azar gelen şiddetin haber değeri yoktur, ister Şikago’da (ABD) ister Aleppo’da (Suriye) olsun. Yüksek sayıda ölümler bizi ancak alarm durumu eşiğine ulaşınca şok eder (Sözgelimi, The Lancet[3] 2006 yılında, Irak’taki iç savaşta altı yüz bin kişinin hayatını kaybettiğini bildirdiğinde ortaya çıkan öfkeyi düşünün). Sosyalbilimciler ve psikologlar için bir sorun da niçin katliamların hemen tepki gördüğü ancak sık sık düzenli şiddet damlaları şeklinde tanımlanan iç savaşların ve isyanların tepki çekmediğidir.

On yıl öncesinde doğu Avrupa’da “turuncu devrimlere” karşı başvurulan “sıkı tedbirlerde” olduğu gibi, Suriye’deki şiddet de sözde “Arab Baharı”nı etkili bir şekilde bitirdi. Şiddetin azalmadan devam ettiğini varsayalım. Çünkü Suriye’de Srebrenica tarzı katliamlar yok. Bu durumda da Batı dış bir müdahalede bulunmayacak. Dolayısıyla, savaşın ölümcül rakamlarının bir yıl içinde yüz bin eşiğine geleceğini, bunun başka bir “şok dalgasına” ve Suriye dışındaki ülkelerde bir iç değerlendirmeye yol açabileceğini umabiliriz.

*Dipnotlar çevirene aittir.

Yazının künyesi: Beehner, Lionel, “Suriye’de 60 Bin Kişini Öldürülmesi Niçin Bizi Şok Etmiyor?”, (çev: Murat Kayacan), Haksöz Derg., S. 263, İst., 2013, s. 45-47.

http://politicalviolenceataglance.org/2013/01/14/why-syrias-60000-deaths-should-not-shock-us/

 

 

Why Syria’s 60,000 Deaths Should Not Shock Us

by politicalviolenceataglance on January 14, 2013

Screencap from YouTube video reportedly showing anti-regime fighters in Aleppo.

Guest post by Lionel Beehner

The United Nations has reported that the conflict in Syria has exceeded 60,000 fatalities, with UN Human Rights Commissioner Navi Pillay describing the figure as “truly shocking.” The number is indeed harrowing but is not out of line with past civil wars, even those of the post-Cold War era. On average, most civil wars kill about 3,000 people per month, which means the nearly two-year conflict in Syria is about par for the course. The international community has tended to view the Syrian conflict as an outlier, when in fact the war has pretty much followed the pattern familiar of other internal conflicts.

The war started out as a nonviolent uprising demanding greater rights that triggered a bloody regime crackdown. Violence begot more violence, and the peaceful demonstrations quickly morphed into open rebellion, though one limited mostly to Syria’s periphery. Arms and outside assistance were slow to trickle in as the opposition found itself overmatched and fractured. (The first phase of an insurgency, according to Mao, is the organizational stage, which requires enlisting support among the population.) The attacks that followed against government forces and facilities were mostly of the guerrilla-style hit-and-run variety, especially in rural areas where government control is weaker and where the rebels can hide out in the population (the second phase of an insurgency is armed rebellion). The opposition drew greater support during this stage, and there were even a few high-profile defections among Syria’s political and military elite, albeit none among Assad’s prominent inner circle of Alawites.

As the use of force by the rebels became more brazen – evidenced by attacks against military installations in and around Damascus – the rebellion entered the third (and presumably final) phase: open civil war. The Assad regime responded by employing indiscriminate attacks against urban areas heavily populated with civilians aligned with the opposition as a kind of collective punishment, as well as by escalating the violence beyond its borders and into Turkey. This new phase of the war accelerated the refugee crisis that was already underway, a development expected in conflicts where fighting is most intensive in border areas. Soon the number of internally displaced Syrians soared into the millions, with hundreds of thousands seeking safety in Jordan, Turkey and Iraq. Finally, as the opposition made impressive gains, it found itself increasingly hijacked by a more virulent strand of insurgency that embraces Islamist fundamentalism (as evidenced by its use of beheadings and suicide bombings), a movie we saw before in Iraq.

Even the international community has responded in an almost predictable fashion – call it the inside-out version of the Kubler-Ross’s Five Stages of Grief: Because of the initial lopsided use of violence, the first outside reaction is almost always one of anger or shock, followed by behind-the-scenes bargaining, then depression of sorts sets in at the lack of tangible results, as well as denial of the continuous bloodletting (which is where we appear to be at the moment), followed by either intervention (Kosovo, Libya) or acceptance (Rwanda).

Perhaps the best way to observe the Syrian conflict is as a course correction to the wider Arab Spring. If anything, the (comparatively) bloodless revolutions in Egypt and Tunisia were outliers, and the violent civil war in Syria adheres to what scholars might regard as the “norm” of how states cope with low-intensity revolts and insurgencies. Two years ago, the perceived costs of overturning one’s government in the Arab world appeared very low, and so we saw a cascade-like wave of popular uprisings across the region, many of which unfolded with comparatively limited violence — similarly to the cascade of revolution that swept the former USSR in 1989. The violence meted out to these revolutionaries escalated as regimes in Libya and Bahrain, being good Bayesians, updated their odds of staying in power after the fall of longstanding rulers in Tunis and Cairo, and decided that violence made more sense than compromise. Obviously, if it were painless to overthrow one’s government, there would be a wave of popular revolutions all across the developing world (a puzzle to some Africa scholars is why the continent has seen so few secessionist wars and redrawing of colonial-era boundaries).

Consider the wave of color revolutions that swept through Eastern Europe a decade back, which mirrored a similar trend. There were notable first movers after successes in Georgia and Ukraine, followed by imitators in Azerbaijan, Andijan (a city in Uzbekistan), and Belarus that were met with violent crackdowns rather than political concessions, which effectively put the kibosh on the wave of “color revolutions.” Protesters have updated their “revolutionary thresholds,” to borrow a term famously used by Duke University’s Timur Kuran. Civil wars such as Syria’s, in this sense, serve as a stark reminder that wresting control from entrenched regimes comes at high stakes. The idea that Assad would fall without outside assistance was always a pipe dream.

That is because Assad has learned what repression techniques worked in the former Warsaw Pact, but failed in Egypt, Tunisia, and Libya. His playbook has rested on using massive and indiscriminate force, but not to the degree that would trigger a military intervention from outside powers – there have been no reported Srebrenica-style massacres, nor has Assad given any fiery Qaddafi-like speeches in which he has promised to go door-to-door and wipe out the insurgents. He has kept the killings to a relatively slow yet steady drumbeat of violence, while shrewdly backing away from moving around his chemical weapons, a red line for outside intervention. Further, Assad has kept his benefactors abroad – namely the Russians, Chinese, and Iranians – as obstructionists to any meaningful UN-sanctioned intervention or peace deal that would have him cede authority or escape to some desert island or Siberian dacha.

Interestingly, the regime’s counterinsurgency tactics have shunned those championed by the US military under David Petraeus. Assad has not focused on winning Kurdish or Christian “hearts and minds” or on separating the “fish” (Free Syrian Army) from the “sea” (Syrian civilians), instead treating them all as a target. His military does not “clear, hold and build” cities or spread security like an oil spot; instead it reduces entire neighborhoods to rubble, which serve as reminders to fence-sitting Syrians what the costs are for joining the opposition. His father’s “Hama Rules” back in the early 1980s provided a blueprint for such tactics. The use of selective violence is obviously more costly as it requires intelligence from non-combatants on whom to target. Without territorial control, the ability to use such discriminate violence is difficult, which may explain why the Assad regime has relied mostly on indiscriminate attacks, or “counterinsurgency on the cheap.”

To be sure, not everything in Syria has gone according to what scholars might predict. Civil wars emerging from revolutions tend to be short-lived affairs, according to Stanford’s James Fearon. The longest wars, we know, tend to be those fought between minorities along the periphery and a deeply entrenched majority population and regime. Such “sons of the soil” campaigns often involve funding from contraband such as drugs or diamonds (Colombia’s ongoing battle with the FARC provides a case in point). Although there has been no direct military foreign intervention, Syria’s conflict has been sustained by support from outside powers: the rebels have been aided by Turkey, Saudi Arabia and Qatar, while the regime enjoys the financial backing of Iran and Russia. Some scholars posit that meddling by foreign powers can drag out civil wars that otherwise would have burned out (see the Democratic Republic of the Congo), which also would predict Syrian atrocities to continue for the foreseeable future.

The high number of fatalities in Syria should not come as a shock to the international community. Syria has evolved into a classic civil war, emerging out of the embers of a failed nonviolent revolution. It is not some outlier that needs to be explained away. With some reasonable certainty, most scholars in the field would predict that war will persist for at least a few more years and kill several more tens of thousands, barring some massacre that prompts outside intervention, which is unlikely. Like America’s response to gun violence at home, we go berserk after massacres (and rightfully so), but have a strangely high tolerance for day-to-day killings from firearms, whether on our own city streets or in civil war settings abroad. (Remember it was the prospect of a massacre in Benghazi that prompted NATO’s no-fly zone in Libya and Qaddafi’s eventual overthrow.) Massacres “shock the conscience of mankind,” it would seem, and so require forceful action, yet slow trickles of violence do not make news, whether on the streets of Chicago or Aleppo. High body counts only shock us after they reach alarming thresholds. (Consider, for instance, the storm caused in 2006 when The Lancet reported that 600,000 Iraqis had been killed in the war). A question for social scientists and psychologists is why massacres tend to prompt action, but civil wars and insurgencies, which are often characterized by a steady drip-drip-drip of violence, do not.

The violence in Syria has effectively ended the so-called “Arab Spring,” much as the authoritarian crackdowns in Eastern Europe a decade back did to the color revolutions. Expect the violence to continue unabated, since assuming there are no Srebrenica-style massacres in Syria, there will be no outside military intervention by the West. Hence, expect the war’s fatality figure to easily climb above the 100,000 threshold in a year’s time, prompting yet another round of “shock” and soul-searching from abroad.

 



[1] İsmet Berkan bu eser hakkında şöyle demektedir: Herkes özgün adının 'Üzüntünün Beş Aşaması' (5 Stages of Grief) olduğunu sanıyor ama aslında Elisabeth Kubler-Ross'un 1969'da yayımladığı ve benim Türkçeye anlamlı biçimde çeviremediğim 'On Death and Dying' adlı kitabının ilgili bölümünün başlığı 'Kötü Haber Almanın Beş Aşaması' (5 Stages of Recieving Catastrophic News)dır. http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=227999 18.10.2014.

[2] Fuerzas Armadas Revolucionarias de Colombia: Kolombiya Devrimci Silahlı Güçler.

[3] Tıbbi bir dergi.