Kur'an’in indiği dönem ile aramızdaki zamansal ve mekansal mesafe ister istemez onu anlama problemini de beraberinde getirmekte ve bu durum da çözüm yolları üzerinde kafa yorma gerekliliğini zorunlu kılmaktadır. Bu yazımızda: “Acaba Kur'an, muhataplarına nasıl bir yöntem çerçevesinde hitap etmektedir? Kur'an ayetlerinin iniş nedenlerini bilmenin onu anlamadaki rolü nedir? Ayetlerin bir olay üzerine inişi onların muhtevasını o olayla sınırlar mı? Nuzül sebebi bilgisine gerekenden fazla değer atfetmenin riskleri nelerdir? Nüzul sebebinin ayetleri anlamada negatif bir etkiye sahip olması söz konusu olabilir mi? Vahyi anlamada Rasulullah (s)’ın konumu nedir? Kur'an-ı Kerim’in hedefini kavrayamamanın yol açtığı yanlış anlamlandırmaların kaynağı nedir?” şeklindeki sorulara cevap arayacağız.

 

A. Kur'an nasıl bir üslup kullanır?

Bütün insanlara gönderilmiş olan Kur'an-ı Kerim herkes tarafından anlaşılan bir üslup ile hitap etmektedir. Bu sayede İslam, Çin, Güney ve Doğu Asya'dan Afrika ve Avrupa'ya kadar yayılmıştır. Bu insanlar farklı diller kullanmaktadırlar. Tabi bundan sadece organ olarak dilleri değil kalp ve zihin dilleri de kastedilmektedir. Sözgelimi, Kur’an-ı Kerim’de Hz. İbrahim kıssasında onun güneşe, aya ve yıldızlara var olan bir belirlenime göre hareket ettikleri için ibadetin mümkün olamayacağını söylediği belirtilir. Bu olay “Başka bir şeye tabi olan ilah olamaz. Güneş, ay ya da yıldızlar doğup batmaları konusunda irade sahip olmadıkları için ilah olmaya layık değildirler.” şeklinde de anlatılabilirdi. Ancak bu sefer de bu köşeli hitaplar filozof olmayan büyük çoğunluğu sıkar ve onları okumak istemezlerdi.

Kur’an-ı Kerim'in dili sıradan insanların anlayabileceği düzeydedir. Günlük dilde kullanılan kelimeleri seçer. O, felsefenin, bilimin, mantığın ya da herhangi bir diğer disiplinin teknik, akademik dilini kullanmaz. Ama kelimelerin eski anlamlarına yenilerini ekler. Kur’an tezlerini insanın günlük tabiat, tarih ve kendi tecrübeleri üzerine kurar. Kur’an-ı Kerimi anlama çabasında bu gerçeğe dikkat etmeliyiz. Bu özelliği sayesinde onu okuma programları ilkokul seviyesinden üniversite seviyesine uygun bir şekilde ayarlanabilir. Çocuklar Peygamberlerin tevhid mücadelesini iyi kötü mücadelesi seviyesinde algılarken, üniversite seviyesindeki okuyucu tevhidi mücadelenin karşılaştığı zorlukları, müminlerin iç ilişkilerini, olumsuz insanlar ile ilişkileri kavrayabilir.

 

B. Nüzul sebebinin rolü

Kur’an'ın evrenselliğine yapılan itirazlarda nüzul sebebinin fazlaca vurgulanması da etkili olmuştur. Bazı yazarlara göre, nüzul sebeplerini bilmeksizin Kur’an'daki birçok konu tam anlamıyla kavranamaz. Belirli bir konuyu açıklığa kavuşturan sosyal, tarihsel veya diğer şartlar bilinmelidir. Kur’an'ın tümü bir anda bütün bir kitap olarak değil çeşitli safhalarda, İslami hareketin gereklerine göre parça parça indirilmiştir (Mevdudi, I, 17).

Kur’an ayetleri, hakkında indikleri olaylara ve şahıslara özgü değildir. Onlarla sınırlandırılamaz. Çünkü ayetin nüzul şartları olayın başlangıç noktasında öte bir anlam ifade etmez. Zira bu, düşüncenin ilk harekete geçtiği olaydır. Bütün gelişmeleri sınırlama ve hepsini kapsamına almaktan uzaktır. Bu nedenle Kur’an ayetleri yer ve zamana paralel biçimde her alanda genişlemiş ve her tarafa uzamıştır. Ayetler, bu ilk örnek vasıtası ile düşünceye ve kavramlara en geniş anlamda kaynaklık edebilmiştir. İşte Kur’an ayetlerinin bu özel sebeplerle ve belli şartlarla dondurulmamış olması bu ayetlerin ilk Müslüman nesle verdiklerini bize de verme olanağı sağlamıştır. Kur’an, ilk Müslüman neslin samimiyetine, bağlılığına, özgür iradelerine, onların sapıklıklara meydan okuyuşlarına, teorik ve pratik olarak özgürlüğü elde etmek için bütün güçlerini kullanmalarına ışık tuttuğu gibi, bugün bizim küfre, şirke, zulme ve azgınlığa karşı koymamızda da bizimle beraber yaşadığını, yaşaması gerektiğini rahatlıkla anlayabiliriz (Fadlullah, I: 21).

Nüzul sebebi diye aktarılan bazı haberler ayeti bazen sınırlamakta, hatta anlamsız hale getirmektedir. Bakara suresindeki: "Sana hilalleri soruyorlar. De ki: 'Onlar, haccın ve insanların (öteki faaliyetlerinin) vakitlerini gösterir. Öte yandan erdemlilik, evlere arkalarından girmeniz değildir. Ama gerçek erdem sahibi, Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ki gerçek mutluluğa erişebilesiniz." (Bakara, 2: 189) ayetin tefsirinde birtakım nüzul sebepleri zikredilir. Bu rivayetlerden bazılarına göre yolculuğa niyetlenip de çıkamayanlar ya da yolculuğa çıkıp geri dönenler evlerine arkalarından girerler ve bu davranışı da bir hayır olarak telakki ederlerdi. Bunun üzerine ayetin ikinci kısmı indirildi ve böylece onlara bu davranışlarında bir hayır olmadığı anlatıldı. Müfessir bunu uzun uzadıya anlatıyor ve ayetin tefsirini bunlarla bitiriyorsa okuyucunun zihninde bu nüzul sebeplerinden başka bir şey canlanmaz. "Demek ki o dönem insanları böyle davranıyorlarmış" der, bu anlamsız davranışlarına güler geçer. Bu haliyle ayetin tefsiri tamamen tarihseldir (Şimşek, 336). Razi bu ayet ile ilgili nüzul sebepleri diye nakledilen haberleri vermekte ve bunların hiçbirinin ayetin anlamıyla örtüşmediğini söylemektedir. "Evlere kapılarından" girmenin meşhur bir kinaye olmasından hareketle "arkalarından evlere girme" ifadesiyle Rasulullah (s)'a onun bilgi alanı dışında sormanın kastedildiğini ifade etmektedir. İnsanların Kitaplarını arkalarına atmaları (Al-i İmran 3/187; Hud 11/92) zaten Kur’an-ı Kerim'in kullandığı hitaplar içerisinde yer almaktadır. Râzi’ye göre, Rabbimizin bu kinaye ile anlattığı olayı gerçekten evlere arkalarından girmek olarak anlamak Allah'ın kelamını kötü bir tertibe götürmektedir (Razi, II: 286). Ayette bir Peygambere ayın geçirdiği evreler sorulmaktadır ama peygamberin görevi, insanlara evrendeki kozmik olaylarla ilgili bilgi vermek değildir. Onun görevi, hidayet konularıdır. İnanç, ibadet, ahlak ve toplumsal kurum ve ilişkiler konusunda rehberlik etmektir. Nitekim soru, ayın geçirdiği evrelerin nedenleriyle ilgili olduğu halde, ayın geçirdiği bu evrelerin dini ibadetlerle ilgisi cevapta anlatılmaktadır. Kozmik olayların izahını dinde aramak, evlere kapıları dururken arka duvardan giremeye benzer (Şimşek, 337).

Müfessirler arasında "Nüzul sebebinin hususiliği hükmün umumiliğine engel değildir."[1] diyenler olmuştur. Ancak bu sözün söylenmiş olması yeterli değildir. Müfessirin, hükmün umumiliğine dikkati çekmesi ve ayetin, müfessirin, yaşadığı çağın olaylarıyla ilgisini belirtmesi gerekir. Kur’an-ı Kerim'in toplumsal hayatla bağlarının kopma nedenlerinden biri de müfessirlerin tefsirlerini güncelleştirememeleridir (Şimşek, 338).

Nüzul sebebinin gerekliliği konusu çok ötelere taşındığında bazı problemler de çıkmaktadır. Mesela Mısır'lı Hasan Hanefi bu konuda şöyle diyor: "Ayetlerin nüzul sebepleri ayetlerin indirilmelerinin zorunlu şartıdır. Ayetler ancak o olaylara bağlı olarak geçerli olabilir. Buna göre mesela Kur’an'ın Arapça olması ile ilk muhataplarının Arapça konuşuyor olmaları arasındaki ilişki, vahyin muhtevası içinde yaşadıkları şartlarla alakalıdır. Mesela o dönemde insanlar Arapça konuşuyor olmasalardı, Kur’an Arapça olmayacaktı, müşrik olmasalardı, tevhit bu kadar vurgulanmayacaktı, içki içmeselerdi veya içki konusunda mutedil davranılsaydı içkinin içilmesi haram olmayacaktı ve bugün elimizde başka bir Kur’an olacaktı.” (Güngör, 148). Görüldüğü gibi, nüzul sebepleri yardımcı unsur olmak düzeyinden gereklilik düzeyine çıkarılınca ayetleri ve hatta özelde haramları da o döneme hasretme tehlikesi gündeme gelmektedir.

Ayetlerin büyük bir kısmının herhangi bir olay olmaksızın inmiş olmaları, onların olaylar tarafından değil, olaylar karşısında onların aktif olduğu anlamına gelmektedir. Bu durum vahyin bizzat kendisinin kendisine bir geçerlilik alanı hazırlaması demektir. Diğer taraftan bazı soruların olması ve bazı ayetlerin o sorulara cevap olarak denk düşmesi ve doğrudan o sorunun cevabı olması, cevabın sadece o sorunun cevabı olduğu anlamına gelmez. Sözgelimi gerçeği saklamak isteyen birisine söylenen veya yalan söyleme eğilimi görülen birisine veya yalan söylemenin hükmünü öğrenmek isteyen birisine söylenen "yalan söyleme, çünkü yalan kötüdür" ifadesi, her ne kadar bir vesileyle söylenmiş olsa bile, genel geçer bir doğruyu ifade etmektedir. Kaldı ki Kur’an, bir dönemde yaşayan sınırları belli bir insan grubunun mevcut sorunlarını halletmek amacıyla gönderilmiş bir vahiy değil, insan cinsine gönderilmiş ve gönderilmesiyle de insanlara sadece çözümler değil, teklifler (sorumluluklar) de getirmiştir (Güngör, 149-150).

 

C. Rasulullah (s)’ın konumu

Zihinde karmaşıklık doğuran başka bir husus da, Kur’an'ın tam bir hayat düsturu olması konusudur. Kur’an'ı okuyan kimse, onda sosyal, kültürel, politik, ekonomik vs. problemlerle ilgili “ayrıntılı” kanun ve düzenlemelere rastlayamaz. Bu nedenle bir kimse, Kur’an'da kitabın kendisinin de çok önem verdiği namaz ve zekatla bile ilgili ayrıntılı düzenlemeler olmadığını görünce şaşkınlığa düşebilir. Nedeni, Allah'ın sadece kitap göndermekle kalmayıp, Onun öğretilerini pratikte uygulayarak sunan bir Rasul gönderdiği gerçeğini gözden uzak tutmasıdır.

Allah Kur’an'la birlikte Rasulünü de onu beyan edici olarak (Nahl, 16: 64) gönderdiği için Kur’an'da sadece temel ilkeleri ve önemli direktifleri vurgulamış ve ayrıntılara yer vermemiştir. O halde Kur’an'ın asıl fonksiyonu, İslam dininin entelektüel ve ahlaki temelini açıkça ortaya koyup bunları örneklerle güçlendirmek ve kalplere işlemektir. İslami hayat tarzının uygulamaya ait yönü söz konusu olduğunda ise, Kur’an, ancak hayatın her yönü ile ilgili sınırları belirler ve ayrıntılı kanun ve düzenleme yapmaz. Bunun yanı sıra bazı önemli yerlerde, parçaların, Allah'ın dilediğine uygun bir biçimde nasıl birleştirileceğini öğreten kılavuzlar, yol işaretleri yerleştirir. İslâmî hayat düzenini Kitap'taki düsturlara uygun bir şekilde pratiğe aktarma görevi, birey, toplum ve İslâmi bir yönetim için, Kur'an ilkelerine uygun bir hayat tarzı kurmak üzere gönderilen Hz. Peygamber (s)’e verilmiştir (Mevdudi, I, 26).

İnananlar için “güzel bir örnek olması” dolayısıyla Rasulullah (s)’ın (Ahzab, 33: 21) Kur’an'ı izahı büyük öneme sahiptir. Hadisler Kur'an’daki genel ilkelerin düşünce ve pratik olarak nasıl gerçekleşeceğini gösteren bir açıklamadır. Haccın kaç defa yapılacağı, namazların rekâtları, hırsızın kaç elinin kesileceği vb, konularda muhakkak sünnete ihtiyaç vardır. Kur'an’ın Rasulullah (s) ile bağlantısı koparıldıktan sonra ilahi vahye dilenen yorumu takdir etme durumu ortaya çıkmaktadır (Zülaloğlu, 251). Bununla beraber Kur’an, senet yönünden hadisten farklı bir niteliğe sahiptir. Kur’an'ın senedi bilimsel bir ispata ihtiyaç duymaz. Bilginler Kur’an-ı Kerim'de yer alan bir hükmün doğruluğuna kanaat getirmek için o hükmü aktaran ravilerin akide ve ahlak olarak sağlam kişilikli insanlar olmasını araştırmak zorunda değildir. Çünkü Kur’an-ı Kerim'in senedi kesindir. Bunun yanında Peygamberimizin şöyle söylediğini veya böyle yaptığını ispat eden hadisin senedi bu ölçüde sağlam ve kesin değildir (Fadlullah, I: 19).

Kur’an'ı doğru anlamak için Rasul (s)’ü de doğru anlamak gerekir. Peygamberleri sürekli mucizelerle iş gören insanlar olarak algılarsak Kur’an'ın canlı örneği Hz. Muhammed'i (s) hayatımızdan uzaklaştırmış oluruz. Sahabenin Kur’an'ı anlaması da bizim için önemlidir ancak onların Kur’an'ın bazı ifadelerini anlayamamış ve hatta bazen de yanlış anlamış olmaları ihtimal dahilindedir. Örneğin Hz. Ömer'in (ö. 23/643), Abese suresinin otuz birinci ayetinde geçen َأَبًّا "ebben" kelimesinin (Abese, 80: 31) ve İbn Abbas'ın ( ö. 68/687) da Fatır suresinde geçen فَاطِرِ "fatır" kelimesinin (Fatır, 35: 1) anlamını bilmemesini, yine Adiy b. Hatim'in[2] oruç tutarken sahurda ne zamana kadar yemek yenebileceğine dair ayeti (Bakara 2: 187) yanlış anlamasını örnek verebiliriz (Şimşek, 28). Peygamberimiz (s) bu kişilere, “Madem bu ayeti anlayacak kapasiten yok, o halde bundan böyle Kur’an'ı anlama gayreti içine girme.” demiş değildir. Elbette kişilerin kabiliyetleri, birikimleri anlamalarında etkilidir. Ancak Kur’an-ı Kerimi anlamaya sınır getirme ve bunu belli kimselere hasretme, kutsama döneminde ortaya çıkmıştır (Şimşek, 49).

 

D. Kur’an’ın Ele Aldığı Konuların ve Hedefinin Bilinmesi

Okuyucu her şeyden önce, Kur’an'ın mahiyetini kavramalıdır. İnsan onun vahyedilmiş bir kitap olduğuna inansın ya da inanmasın, Kur’an'ın kendisinin ve onu bize ulaştıran Hz. Muhammed (s)'in öne sürdüğü “Kur’an'ın ilahi bir kılavuz olduğu” iddiasını göz önünde bulundurmalıdır (Mevdudi, I, 14). Konu olarak insanı ele alan Kur’an onu felaha veya helake götüren hayat tarzlarını anlatır. Kur’an metni boyunca davet, sahih bir imana ve salih amel işlemeyedir dil incelemesine değil.

Kur’an gerçeğin; Allah'ın, Hz. Adem'i halife tayin ettiğinde kendisine birtakım kelimeler verdiği (Bakara, 2: 37) ve ondan sonra gönderdiği diğer bütün peygamberlere vahyettiği gerçek olduğunu ve bütün peygamberlerin aynı doğru yolu çağırdıklarını bildirir.[3] İnsanlar tarafından bu hakka aykırı olarak, insanın evrenle, Allah'la ve diğer yaratıklarla ilişkisi hakkında icat edilen tüm teoriler yanlıştır ve bunlar üzerine kurulan hayat tarzı sonuçta insanı hüsrana götürür. (Mevdudi, I, 16). Vahyin hedefi ise, insanı doğru yola çağırmak ve cahilliği nedeniyle kaybettiği veya günahkârlığı nedeniyle yüz çevirdiği hidayeti onlara sunmaktır. Okuyucu bunları zihninde tutarsa, ne bu kitabın üslubunda bir uyumsuzluk, ne konusunun sürekliliğinde, ne de konuları arasında hiçbir bir kopukluk olmadığını anlayacaktır.

Konusu, ana fikir ve amacı göz önünde bulundurulduğunda Kur'an-ı Kerim’de lüzumsuz ve anlamsız tek bir nokta yoktur. Baştan sona ele alınan farklı konular, ana fikirle uyum içindedir.  Kur’an, göklerin, yerin ve insanın yaratılışını anlatırken olsun, evrendeki yaratıklara değinirken veya insanlık tarihinden olaylar aktarırken olsun aynı hedefi gözetir. Onun amacı tabiat bilimlerini, tarihi, felsefeyi, başka bilimleri veya sanatı öğretmek değil, insanı doğru yola ulaştırmak olduğundan, Kur’an bu ilimlerin konularıyla ilgilenmez. Onun ilgilendiği tek şey, gerçeği anlatmak, onunla ilgili yanlış anlamaları ortadan kaldırmak, kafalara hakkı işlemek, insanları kötü davranışlarının sonucu ile uyarmak ve tüm insanlığı doğru yola davet etmektir. Aynı zamanda inançların, insanların ve toplumların amellerinin, metafizikle ilgili tartışmaların vs. kritiği ile de ilgilenir. Bu nedenle Kur’an, bir şeyi sadece kendi hedefine uygun olduğu ölçüde anlatır, belirtir veya o şey hakkında hüküm verir. Gereksiz ve ilgisiz ayrıntılar üzerinde durmaz ve sözü tekrar tekrar bütün konuların çevresinde döndüğü ana fikre, hakka davete getirir. Kur’an bu bakış açısıyla incelendiğinde, tümünün akla uygun olduğu ve tüm metin boyunca bir konu bütünlüğünün mevcudiyeti görülür. (Mevdudi, I: 16-17).

Kur’an'ı okuyan insanın, orada belirlenmiş bir anlamı varsayacak, o anlamın tüketilircesine belirlenebileceğini düşünerek, bu anlama salt filolojik, gramatik ve mantıksal yaklaşımlarla ulaşılabileceğini öngörmek doğru olmaz. Çünkü Kur’an içerdiği hukuki hükümleriyle bize filolojik, gramatik veya mantıksal bir anlam çözme işlemiyle bulunabilecek olanın ötesinde bir şeyler söyler. Ve bu çözümlemelere saplanıp kalındıkça bize söylediği geri planda kalır. Onu tekrar hatırlamanın yolu ise, aslında şaşaalı, yöntemsel yaklaşımlar gerektiren bir şey değildir. Doğru olan kulak vermek, söylemeye çalıştığı şeyi güzelce dinlemek oradaki sesi duymaya ve anlamı yakalamaya çalışmaktır (Aktay, 91).

Kur’an-ı Kerim bir tarih veya coğrafya kitabı olsaydı bize bu bilgileri vermeyi amaç edinebilirdi. Ona yaklaşanlar bir bilim kitabı gibi yaklaşırlarsa ondan faydalanamazlar. Bununla kastedilen, onun bilimle ilgili hiçbir şey anlatmadığı değildir. Yanlış olan,  onun sakınanlara yol gösterme özelliğini geri plana itip Batı ile boy ölçüşebilme arzusuyla bir bilim kitabı gibi okunmasıdır. Kur’an-ı Kerimi bir bilim kitabı görmek ayetleri amacından ve kastından oldukça uzaklaştırmaktadır.[4]

Kur'an’ı bir bilim kitabı gibi görme eğilimi yeni de değildir. Bu konuda Razi'den (ö. 1209) bir örnek vermek yerinde olacaktır. Razi, "Arzı sizin için bir döşek kıldık." (Bakara, 2: 22) ayetini ele almakta ve ayetteki “döşek” ifadesi için şunları söylemektedir: “Yeryüzü hareketsizdir. Doğrusal hareket etseydi, zıplayan bir adam aynı noktaya inemezdi. Düşey hareket etseydi, insan hafif olduğundan yeryüzü ile aynı hızda düşey hareket edemeyeceğinden dünyaya yetişemez aradaki mesafe açılırdı, dairesel olarak sözgelimi doğuya doğru hareket etseydi batıya giden birisi bir türlü varmak istediği yere varamazdı.” (Razi, I: 336). Müfessirin burada düştüğü yanılgı dönemin vardığı “dünyanın hareketsiz olduğu” şeklindeki bilimsel bilgi düzeyini Kur’an'da bulma çabasıdır.[5] Aslında ayette yeryüzünün döşek olarak anlatılmasından kasıt onun bizim yaşamımıza müsait bir yerinin olması ve bizim buna şükretmemizin gerektiğidir, yoksa bilimsel gerçekleri sunmak değil. Bilimsel araştırmalar yapmak gerekir ancak ayetleri ya da bilimsel gerçekleri birbirine iliştirme amacıyla Kur’an okursak onu mesajından uzaklaşmış oluruz. “İnsanları inandıracağız.” diye yanlışlanabilir bilgiyi kabul eden bilimin verilerinin Kur’an ile uyuşmadığını gördüğünde insanları dinden uzaklaştırama riski de unutulmamalıdır.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Kur'an’ın insanlara hitabı, insanların hitabı gibi değildir. O, günlük dildeki kullanır ve sırf bilgi üzerine yoğunlaşan insanların üslubundan farklı olarak herkesin anlama kapasitesi ölçüsünde anlayabileceği örnekler verir ve insanların doğru yolu bulmalarını hedefler. Her ne kadar bazı ayetler birtakım olayların ardından inmiş olsa da o olaylara dair aktarımları bilmek ayetleri o olaylarla sınırlamamızı gerektirmez. Bazen söz konusu aktarımlar ayette kastedilenle örtüşmeyebilmektedir. Vahiy Hz. Peygamber (s)’in örnekliğiyle daha net anlaşılır hale gelmektedir. Kur'an’ı okuyup anlamaya çalışan kimse, onun Kur'an’ı “beyan edici” vasfını hatırından çıkarmamalıdır. Vahyin hedefini kavrayamayanlar onun hidayet kitabı oluşunu göz ardı edip onu bir bilim kitabı gibi algılayarak iyi niyetli bile olsalar amacından uzaklaştırıcı bir çaba içine girmiş olurlar.

 

Kaynakça

Aktay, Yasin, "Kur’an Yorumlarının Hermenötik Bağlamı", İslami Araştırmalar Derg., IX, Ankara, 1996.

Fadlullah, Muhammed Hüseyin, Min Vahy'il Kur'an, (çev: Cuma Ağaç ve diğerleri), 10 cilt, Akademi Yay., İstanbul, 1990.

Güngör, Tahsin, "Dil; Kavrayış ve Davranış", Kur’an Sempozyumu, Ank., 1997.

Kayacan, Murat, Kur'an’da Peygamberler ve Karşı Tavırlar, Ekin Yay., İst., 2003.

Mevdudî, Ebu’l A’lâ, Tefhîmu’l-Kur’an, (çev. Muhammed Han Kayani ve diğerleri), 7 c., İnsan Yay., İst., 1986.

Razi, Fahruddin, et-Tefsîru’l-Kebir, 11 c., 2. bs., Daru İhyai Turasi'l-Arab, Beyrut, 1997.

Şâtıbî Ebu İshak, el-Muvâfakât, (çev: Mehmet Erdoğan), 4 c., İz Yay., İst., 1993.

Şimşek, Sait, Günümüz Tefsir Problemleri, 2. bs, İstanbul, 1997.

Zülaloğlu, Fevzi, Temel Kaynağımız Kur'an, Ekin Yay., İst., 2002.

Zehebî, Muhammed Hüseyin, et-Tefsîr ve’l-Müfessirun, 3 c., 6. bs., Mektebetu Vehbe, Kahire, 1995.

 


Yazı Künyesi! Kayacan, Murat, “Kur’an’ı Anlama Üzerine Değiniler”, Haksöz Derg., S. 227, İst., 2010, s. 69-73.

(Bu yazı dergide yayınlandıktan sonra tekrar gözden geçirilmiş ve yazıda birkaç düzeltme yapılmıştır.)



[1] Bir konunun Peygamber'in şahsıyla, sadece hanımlarıyla alakalı olduğu bilinirse bu durumda o ayetin hükmü ibret konusu olan kıssalardaki anlatılar hükmündedir yani “haram-helal” konusu olamazlar. Müminler o ayetlerden “ibret” alır ve o dönem hakkında tarihî bilgi edinmiş olurlar.

[2] Rasulullah (s) elinde tuttuğu siyah ve beyaz iplikle orucun başlama vaktini tayin etmeye çalışan bu sahabenin yanlış anlamasını düzeltmiş ama bundan sonra Kur’an'ı anlamaya çalışmayasın dememiştir.

[3] Nasıl peygamberlerin davetleri aynı noktaya vurgu yapıyorsa, inanmayanlar da bu noktaya karşı verdikleri batıl mücadelelerinde çağlar boyunca benzer tutum ve davranışlar içinde olmuşlardır bkz. Kayacan, Murat, Kur'an’da Peygamberler ve Karşı Tavırlar, Ekin Yay., İst., 2003.

[4] Kur'an’ı tefsir yöntemlerinden birisi de bilimsel terimleri Kur'anî ifadelere uygulayıp onlardan çeşitli ilimler ve felsefî görüşler çıkarma niyetli bir çaba olan bilimsel tefsirdir. Bu tür bir yaklaşıma yönelik eleştiriler için bkz.  Şâtıbî Ebu İshak, el-Muvâfakât, (çev: Mehmet Erdoğan), 4 c., İz Yay., İst., 1993, II, 66-67; Zehebî, Muhammed Hüseyin, et-Tefsîr ve’l-Müfessirun, 3 c., 6. bs., Mektebetu Vehbe, Kahire, 1995, II, 511-527; Şimşek, age, s. 119-141.

[5] Bu bilgi düzeyini ayetlerden yola çıkarak sürdürme eğiliminde olan son dönem ilim adamlarından Abdülaziz b. Baz (ö. 1999) da, güneş ve ayın hareketli dünyanın ise hareketsiz olduğuna inanmayanın kâfir ve mürted olup mallarının Beytü’l-Mal’e devredilmesi gerektiğini ileri sürmektedir (Ferit Aydın’ın (İstanbul) 2001 yılında Abdülaziz b. Baz’ın Güneşin Hareket Ettiğine Yerin ise Durgun ve Yıldızlara Çıkmanın da Mümkün Olduğuna İlişkin Nakli ve Hissi Deliller adlı eserinden yaptığı çeviriden alıntıdır).