Fas'lı yazar Cabiri bu eserinde ciddi tartışmaları gündeme getiriyor. Kitapta inançla ister vahye dayalı din, isterse akılla desteklenen ideoloji biçiminde olsun, belli bir anlam kastedilmiyor. Burada konu siyasal akıldır. Yazara göre, bir topluluğu mantık harekete geçirir. Bilindiği gibi, toplumun inancı, imanı oluşturan hayali sembollere dayalıdır. İnsan akıl yürütme ve karar almadan bağımsız olarak inanır. Kişi bilgi meselelerine aldırmayabilir ama inancına dokunmayı kabul etmez. Renan’ın dediği gibi biz yalnızca kesin bilgimiz bulunmayan şeyler uğruna şehid oluruz. İnsanlar kesin bildikleri şeyler uğruna ölürler, konu hemen inandıklarıyla ilgili olduğu anda, en büyük delil uğrunda ölmemizdir. İdeolojiler de inançlar gibidir. Açıklamaya dayanır, nadiren burhana dayalıdır.(95-6)
İnsanın bildiği şeyler için ölmesi mantıksızdır. İnsan gerekli gereksiz faydalı faydasız birçok şey bilebilir. Ama onlardan bazılarına inanır. Bazıları uğruna ölmeyi göze alır. Mesela insan suyun sıfır derecede kaynadığına inansa ve buna bir hakaret edildiğini görse bunun için canını tehlikeye atmaz. Ayrıca  İslam düşünmeden iman etmeyi eleştirir. Akletmeyi teşvik eder.
Bu eserin 746 sayfalık bir muhtevaya sahip olması değerlendirmeyi başlıklar halinde yapmayı gerekli kılmaktadır.

a) Akide

Cabiri putları değerlendirirken onların Kureyş açısından insanların kendisine bağlandığı ve uğrunda öldüğü “kutsal” şeyler olmadıklarını söylüyor. Onlar özel milli mabutları bulunan “öteki” taraftan ve bir saldırı durumunda insanların avunmaya can attığı ve uğrunda ölmek istediği “milli mabudlar”da değildi. Gerçekten Kureyş’in putları ve tanrıları, her şeyden önce servet kaynağıydı ve ekonominin temeliydi. Mekke, Arap tanrılarının ve putlarının merkeziydi. Kabileler oraya ziyaret yapar, adak sunar, çevresinde veya yakınında pazar kurar, alım satım yapardı. Böylece Mekke, bütün Arapların aynı zamanda  ticari merkeziydi. Bunun da ötesinde ve hem coğrafi etkenler, hem de Arap kabilelelerinin geldiği dini bir merkez oluşu dolayısıyla, aynı zamanda Kuzey, güney, batı ve doğu arasında milletler arası ticaret yolunda başlıca istasyondu. Bu yüzden “Putlar”a saldırmak, doğrudan doğruya hac gelirlerine ve onun çevresindeki Arapların mahalli veya milletler ararsı ticari kazançlarına dokunma anlamına gelirdi.(194) Putların geçmişte yaşamış iyi insanların sembolleri olduklarını yaygın anlayışını kabul edersek günümüzde İslam anlayışları bir yana Mevlana’nın, Yunus’un ve Şemsi Tebrizi’nin laik kesimlerce niçin sahiplenildiği daha iyi anlaşılabilir.
Gerçekten dikkati çeken şey, Arap Yarımadasında en büyük dini merkez olan Mekke’de “din adamları” yoktu. “Çok garip biçimde, Mekke’yle veya İslami davetle ilgili haberlerde din adamlarının asla anıldığını görmüyoruz. Hz. Peygamber’in karşıtlarının din adamları olduklarına dair hiçbir kanıt da yoktur. İster Kabe’yle isterse Lat, Uzza, Zulhalasa ve öteki Arap tanrılarıyla ilgili olsun, perde darlık yalnızca kapının açılıp kapatılmasına, mekanın maddi korumasına özgü bir hizmetti. Bu dini bir makam değildi. Ayrıca din işlerinde bir ihtisaslaşmayı da gerektirmiyordu. (196)
Açıktır ki, çeşitli yerlerde sergi ve panayır biçiminde dört ay boyunca güven içinde süren bu geniş ticari etkinlik, tüketim, değişim ve yeniden satmak üzere pazarlık için büyük miktarda emtiayı gerektiriyordu. Ayrıca, Avrupa ile doğu (temelde Hindistan) arasındaki milletlerarası ticaretin çoğu, Yemen’den Suriye’ye, Suriye’den Yemen’e temel istasyon olan Mekke’den geçerdi. Bu mahalli, bölgesel ve milletlerarası geniş ticari etkinlikte aslan payı Kureyş’indi. Bu etkinliğe, “kış yolculuğu”nda Yemen’e yaz yolculuğunda Suriye’ye doğru düzenlenen büyük ticari kervanlarla katılırdı. Hac mevsimleri yoluyla Arap yarımadasının öteki bölgelerine ve dışarıya dağıtmak üzere Mekke’ye ticari emtia getirirdi. Kuran-ı kerim buna işaret etmiş ve Kureyş’in bu ticaretini Mekke, onlara güven sağlayan dini yerini de “Harem” ve Haram Aylar’la birlikte anlatmıştır: “Kureyş kabilesinin yaz ve kış yolculuklarında anlaşması sağlanmıştır. Öyleyse kendilerini açken doyuran ve korku içindeyken güven veren bu Kabe’nin rabbine kulluk etsinler”(Kureyş 106/1-4) Öyleyse Kureyş açısından ticaret, en önemli geçim ve kazanç kaynağıydı.(201)
İlk akabe biatında on iki kişiden oluşan bir kurul geldi. Resulullah’la Akabe’de görüştüler ve İslam konusunda ona beyat ettiler ama birlikte savaşma yükümlülüğü olmaksızın. Ertesi yıl gelen Yesribli kurul ile Akabe’de bir kez daha görüşme oldu. Bu defa yapılan anlaşma düşmana karşı “kana kan, yıkıma yıkım” şeklinde idi.(176-7) bu olay biatta da tedricilik gözetildiğini göstermektedir.
Hicret sırasında kabilesi bulunan muhacirler, kabilesi bulunan Ensar’ın yanına yerleşmişti. Kabileleri bulunmayan fakirler ise, -ki bunlar Mekke dönemindeki fakirlerdi mescidde barınıyorlardı. Kendisi ve gücü yeten arkadaşları beslenmelerini sağlardı. Bunlar ehlu- suffe olarak bilinir. Çünkü mescidin gölgelik (suffe) yerinde kalırlardı Ebu Zer, Ammar b. Yasir bunlardandı. (180-1)Genellikle ashabı suffe bir eğitim kurumu olarak gösterilir. Fakat bu kurumun üyeleri genellikle korumaya muhtaç kimselerden oluşmaktadır. Günümüzdeki karşılığı bir mektep değil bir yardım kuruluşu olabilir.
Yazar, “İman ettik demeyin İslam olduk deyin” ayetini kullanarak Müslim-mümin ayrımı yapıyor(182). Müslim siyasi anlamda itaat edendir. Yani münafıklar da Müslüman'dır. Ancak Müslim tabiri sadece bu ayette siyası bir anlam taşıyabilir. Diğer ayetlerde Peygamberler (6/163.141) kendileri için “Müslümanların ilki olmakla” tabirini kullandıklarını hesaba katarsak bunun genel bir ayrım olmadığı görülebilir. Aynı yanlışa Şiilerde düşmekte itikadi gördükleri bazı konuları kabul etmeyen diğer mezhep bağlılarının Müslüman olduklarını ancak imanın kalplerine tam olarak yerleşmediğini söylemektedirler.

Hudeybiye anlaşmasına değinen yazar bu anlaşmayı Kureyş’in Muhammed’i bir tanıması olarak değerlendiriyor. Ona göre bu, barış içinde birlikte yaşamaya yönelmedir, arkası gelir. Taraf olarak kabul edilmek de bir aşamadır. Aslında bu anlaşma tavizin muhtevasını bilmeyenler için önemli bir ibrettir. Kafirlerle yapılan her anlaşma taviz değildir. Muahede, misak, müdahane kavramları ayrı ayrı ele alınmalıdır. Hz. Peygamber Hudeybiye antlaşmasının hemen ardından “kabile” düzenine siyasi anlam taşıyan bir girişimde bulundu. Habeşistan’a, Ebu Süfyan’ın kızı Ümmü Habibe’ye evlenme teklifi yapacak birini gönderdi. Kuran bu girişimi övüyor: “Allah’ın sizinle düşmanlık gösterdiğiniz kimseler arasında bir sevgi yaratması umulur.” (Mümtehine 60/7) Böylece, Resulullah Ümmü Habibe’yle evlendi. Ebu Süfyan’ın içi yumuşadı, düşmanlıkta direnmeyi bıraktı. Hakkında şöyle dedi. “Bu delikanlıyı kimse durduramayacak.”
Yazarın bu ayetle ilgili yorumunu tefsirlerden destekleyici bir şey göremedim. Müfessirler daha ziyade yakınlarıyla savaşmak zorunda olanlara bir teselli niteliğinde olduğunu ifade ediyorlar. Zaten birkaç hafta sonra Mekke fethediliyor ve insanlar zümreler halinde Müslüman oluyorlar.
Yalancı peygamberler isyan ederlerken Kur’an’ın akidesine bağlı kalmışlardır. Görüntüleri daha ziyade ortodoksluktan sapma şeklindedir diyor yazar. Ancak “Son peygamber” akidesini geçiyor. Ortaya çıkardıkları değişikliği şeriat ile sınırlıyor. Zinanın serbest olması namazın azaltılması secdelerin kaldırılması, orucun hafifletilmesi vb...(406)

b) Ganimet arzusu zaafını delillendirmeler

İnsanların İslam'a yönelmelerinin ardında maddi nedenleri arayan Cabiri, özellikle ganimetlerin çoğalması insanların İslam’a yönelmelerinde etkili olduğu iddiasında bulunuyor. Ona göre siyasi ve savaşçı müslüman oluşlarını, akide ve imana dayalı Müslüman oluşa yükseltmeye olanak sağlayacak yeterli zaman yoktu. Bu zaaf noktalarından biri şu olayda görünüyor: “Hz. Peygamber, Huneyn tutsaklarını ailelerine geri verme işlemini bitirince, peyine düşen insanlra ona şöyle dediler: “Ey Allah’ın elçisi. Feyimizi, deveyi ve davarı bize dağıt. Peygamberi sıkıştırdılar. Elbisesi yırtıldı. Malları müellef-i kuluba dağıttı. Abbas b. Mirdas aldığı ganimeti beğenmeyerek Peygamberi tenkid eden bir şiir okudu. Peygamberimiz ona biraz daha ganimet verip susmasını sağladı. Ensardan ganimet dağıtımına dair eleştiriler geldi. İddiaya göre Peygamberimiz Arap kabilelerine bol bol veriyor, Ensar’a pek ilgi göstermiyordu. Bu konudaki şikayetleri Sa’d b. Ubade sahiplenmeksizin dillendirdi. Hz. Muhammed Ensar’a bunu diğerlerini dine ısındırmak için yaptığını ifade etti. Onlar da bu dağıtıma razı oldular. (238)   
Yazar Tevbe suresinin Ced b. Kays hakkında bazı ifadeler kullandığını zikreder. O, Medine halkının büyük mal sahiplerinden birisidir. Bu kişi kendisinin kadınları vurgun olduğunu, bu yüzden de “sarışınların” yani Bizans kızlarını gördüğünde dayanamayacağını Ensar’ın bildiğini öne sürerek, Bizanslılarla savaşa gitme konusunda mazeret belirtir. Bu konuda ayetler şöyle diyor: “Ancak Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, kalpleri şüpheye düşüp kuşkuları içinde bocalayanlar senden izin isterler, eğer onlar savaş için çıkmak isteselerdi elbette bunun için bir hazırlık yaparlardı. (Tevbe 9/42-5) Aynı sure Hz. Peygamber’in her önüne gelenin sözünü dinlediğini söyleyen başka bir topluluğu kınar. “O sizin için hayırlı bir kulaktır” ayeti. Rivayete göre Peygamber Tebük gazvesindeyken önünde bir grup münafık vardı. Şöyle dediler: “Şu adama bakın, kalkmış, Suriye’nin köşklerin ve kalelerini fethedecekmiş, hiç  bunu yapabilir mi?” Hz. Peygamber, bu sözlerinden dolayı onları ayıplamak için durunca, inkara kalkıştılar ve şöyle dediler: “Yok canım, biz yolculuğumuzu kolaylaştırmak için öylesine bir muhabbet yapıyorduk.” Sure onlara şu cevabı verir: “Eğer onlara sorsan, elbette biz sadece lafa dalmış şakalaşıyorduk, derler. De ki: Allah ile, O’nun ayetleriyle O’nun peygamberiyle mi alay ediyorsunuz?”

    c) fetihler

Yazar fetihler ile ilgili olarak şöyle bir mantığın geçerli olduğunu ifade ediyor: “Şehid olursan cennet, hayatta kalırsan ganimet. Orduda kural şuydu: Fetih için askere alınan kabileler, harcamalarını kendileri üstlenirdi. Devesiyle yol alır, azığıyla yaşar, silahıyla savaşır. Karşılığı savaşcılara dağıtılan beşte dört. Bazen bunu da kat kat geçerdi. Ganimet bir teşvik unsuruydu.
Teşvik olumsuz bir unsur değildir. Bir eğitim metodudur. Her doğru herkesi sırf doğru olduğu için harekete geçirmez. Zaaflar bazı araçlarla ıslah edilebilir ya da bitirilebilir. Fakat bu süreç içinde gerçekleştirilebilir. Ayrıca ödül ve ceza yoluyla eğitim İslam’da sadece bu dünya ile de sınırlı değildir. Onun içindir ki Allah ganimet elde edenlere şu tavsiyede bulunmuştur: “Allah yolunda neye harcamayasınız ki, göklerin ve yerin mirası zaten Allah’ındır. Fetihten evvel Allah yolunda harcayıp savaşanlarınız, başkaları ile bir olamaz. Onlar derece itibarıyla sonradan harcayıp savaşanlardan daha büyüktürler. Bununla beraber Allah  hepsine cenneti vaat buyurmuştur. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Kimdir o Allah’a ödünç verecek kimse ki, Allah o verdiğini ona katlayıversin. Hem onun için çok cömertçe bir karşılık vardır. (Hadid 57/10-1)

d) Kabilecilik

Ebu Cehil, şerefli ve koruyucusu olan birinin Müslüman olduğunu duyunca, onu eleştirir ve küçük düşürmeye çalışırdı. “Bababın dinini terketttin. Baban senden daha iyidi. Seni küçük düşüreceğiz. Onurunu çiğneyeceğiz.”derdi. zayıfları döver ve dövülmesi için kışkırtırdı. Çarşılarda dolaşır tüccara ‘Muhammed’in arkadaşlarına ikik kat fiyat verin, onlarla alış verişi kesin, onlardan bir şey almayın, zararınızı ben karşılarım derdi. Bu, Müslümanların kazançlarını ve geçim yollarını gerçekten etkiledi. (148-9)
Ebu Cehil’in bu tavrı din ve siyaset anlayışlarındaki tutarsızlıklara rağmen müslümanların kurdukları şirketlere ambargo uygulayan, başörtüsü, eğitim hakkı, seçimle iktidara gelme gibi hakları elinden alan MGK’ya benzemektedir.
Bedr savaşında Ubey B. Şureyk, Ebu Cehil’le başbaşa kaldı ve ona şöyle dedi: “Muhammed’in yalan söylediğini düşünüyor musun?” Ebu Cehil şu cevabı verdi: “Biz ona Emin demişken Allah’a nasıl iftira edebilir? Çünkü o, asla yalan söylemedi. Ama, hacıları sulama, doyurma, danışma Abdimenaf oğullarında olur, ayrıca peygamberlik de onlarda olursa, bize ne kalacak?” (70)Yazar bunu kabile rekabeti olarak yorumluyor.
Elçiler onuncu yılda peşpeşe geldiler. Hatta bütün Arabistan Yarımadası, hz. Peygamber’e bağlanmaya başladı. Peygamber Suriye, Yemen’e ve Irak civarına valiler tayin etti. Ne var ki akılda tutulması gereken şey, genel olarak bedevilerin, Medine’de münafık denilenlerin Mekke’nin fethi günü Kureyş’ten tuleka (serbest bırakılanlar) denilenlerin, bundan sonra da Sakif’in Müslüman olması gibi kabilelerin Müslüman oluşudur. Bütün bu davranışlar, genelde inanç yönünden Müslüman olmaktan çok siyasi yönden Müslüman olmaktı. Cahiliye döneminde Arap kabilelerinin savaşlarında zafer kazanan, beldelere boyun eğdiren ve iktidarı alan kabile önderine bağışlamaya  alıştığı bağlılık  da bu türdendi. Bu bağlılığın temeli, mal vermek, rakip ve düşmanlarla ittifak kurmaktan kaçınmaktı. Bu bağlılık çoğu kez bağlanılan önderin ölümüyle biterdi. Muhammedi devlet için de aynı şey oldu. Kabileler peygamberlik iddiasında bulunan kahinlerin etrafında toplandılar. Kureyş’e iktidarı alma gayesiyle savaş açtılar. Peygamberin hastalanması ile birlikte riddet olayları çığ gibi yayıldı. Dikkati çeken şey bütün kabileler irtidat ederken Muhammedi davetin azılı iki düşmanı olan Kureyş ve Sakif’in irtidat etmeyişiydi. Çünkü Muhammedi davet Kureyş devletinin oluştuğu yöne doğru gelişmeye başlamıştı. Bu dönüşümün sebebi neydi ve hangi temellere dayanmıştı?
Görüldüğü gibi yazar İslam'a girenlerin çoğunun gönüllü olmadıklarını, Müslüman olanların ekseriyetinin siyasi anlamda boyun eğdiklerini, etkili kabilelerin dini terk etmeyişlerini de elde ettikleri ranta bağlıyor. Aslında Kureyş’in etkin konumda olması o dönemdeki idari tecrübesinden kaynaklanıyor. Buna örnek olarak Hz. Ebu Bekir’i Ömer’i ve Hamza’yı verebiliriz. Yazar Müslümanların azınlık durumuna düşmüş gibi gösteriyor. İrtidat olayını iki kabile dışında genelleştiriyor. O iki kabilenin irtidat etmeyişini de ganimete bağlıyor. Yazarın o dönemi bu tarz değerlendirmesi her şeyin ardında “ekonomik sebepleri” i gören Marxist metin değerlendirmesini çağrıştırıyor. Ayrıca açıkça söylemese de Peygamber’i adaletsiz mal bölüşümü yapmakla itham ediyor. O dönemde bazı insanların bir kısmının çıkarları ve can korkusu nedeniyle İslam’a girdiği söylenebilir. Ancak yazarın yaptığı gibi tüm Müslümanların rantçı olduğu rant elde edemeyenlerin dini bıraktığı diğerlerinin de ümmetin malını pervasızca yediklerini söylemek emperyalistlerin İslam’ı değerlendirmeleriyle örtüşmektedir. Bu tür bir bakış açısı Ebu Cehil ile hz. Muhammed’in yönetimi arasında bir fark koymamakta ve hemen hemen her ikisin de aynı kefeye koymaktadır. Yani rantçılık ve kabile kayırmacılığı sadece el değiştirmiştir.
Hz. Peygamber Halid b. Velid’i Yemen’e İslam’a davet için gönderdi fakat o olumlu bir cevap alamadı. Sonra Ali gönderildi. Onun gitmesiyle bir günde Müslüman oldular. Bu tavır Kureyş'e karşıydı. Onlar dayılık ilişkisi nedeniyle Ali’ye cevap verdiler.(424-5) Ali ve Yemen halkı arasında hem kabile hem ganimet hem de akide çerçevesinde çok boyutlu bir ilişki vardı. Onun hakkındaki ilk aşırılık olgusunun ilk kaynağının İbn Sebe olduğu zikredilir. Onun Ammar b. Yasir olduğu da zikredilir. Ancak bu düşünce sadece Osman’a karşı ayaklanmada olduğu kabul edilse doğru olabilir. Çünkü Ammar Sıffin savaşında ölmüştür. (426-7)

    e) Ebu Bekir’in riddet olaylarına karşı tavrı

O, riddetten vazgeçmeyenlerin yakalanmasını ateşte yakılmasını, öldürülmesini, kadın ve çocukların tutsak edilmesini emretti. Esed ve Gatafan kabileleriyle yapılan savaşta pek çok kişi öldürüldü, pek çok tutsak alındı. Halid evcikler yapılmasını emretti. Ateşler yakıldı. Tutsaklar bunlara atıldı. Ebu Bekir Halid’e şu mektubu yazdı: “...Müslümanlardan birini öldüreni yakaladığınızda, onu öldürün.” Halid bunların bazılarını yaktı, kimilerini iple astı, bazılarını taşla ezdi, kimilerini de dağ başlarından attı.(310) Yazar başkaldıranların Müslüman zekat memurlarına neler yaptıklarına, eyledikleri işkence ve zulümlerin var olup olmadığına veya ihanetlerine dair bir değerlendirmede bulunmuyor. Hz. Ebu Bekir'in bu uygulamaları işkence ile Müslümanları öldürenlerin aynı şekilde cezalandırılması şeklinde görülebilir.

    f) Riddet

Dinden dönüş anlamına gelen riddet olayı hz. Peygamberin vefat haberinin hemen ardından şiddetlice başgösterdi. Bütün Arap diyarlarına yayıldı. Her yer küfre düştü, mücadele başladı, her kabileden insanlar veya her kabileden seçkinler irtidat etti. Kureyş ve Sakif buna karışmadı.(261)
Halife seçiminde Ensar’ın adayı sa’d b. Ubade Ebu Bekir’e biat etmedi. Onu öldürülmesi gibi bir düşünceyi benimsemeyen Ebu Bekir onu kendi haline bıraktı. O’da Suriye’ye gitti ve orada öldü. Benzer şekilde biat konusunda isteksiz olan Ali’ye de bir zorlama yapılmamıştır. (268) Dikkati çeken ikinci durum, Ebu Bekir ve Ömer’in “Halife Kureyş’tendir.” Hadisini delil olarak getirmeyişleridir.(270)

    g) Osman’ın seçilmesi

Hz. Ömer, Osman’ın seçilmesi  sırasında belirlediği kurul cennetle müjedelendiği ifade edilen kimselerdendi. Osman, Ali, A b. Af, Sad b. Ebi Vakkas, Zübeyr ve Talha. Bunlardan halifeliği sadece Osman ve Ali istiyordu. Diğerleri bu yarışa girmediler. Yazar bu olayı değerlendirirken de kabile bağlarını ön palana çıkarıyor. Talha ve Zübeyr küçük bir kabileye mensuplardı. Zübeyr Resul’ün hala oğlu olduğundan Ali’nin önüne geçemezdi. Geriye kalan Abdurrahman b. Aff ve Sa’d b. Ebi Vakkas ise ne cahiliye ne de İslami dönemde Abdu menaf oğullarına denk olmayan Zühre oğullarına mensuplardı. Öyleyse yarış Abdumenaf oğullarıyla sınırlı kalacak, yarışma Haşim oğullarından Ali ile Umeyye oğullarından Osman arasında geçecekti. (289-290) yazar bu yarışı olumlu bulmadığını ima ediyor. Ancak ikisinden bu işe daha ehil olan kim vardı şeklinde bir soruya cevap aramıyor.
Ömer suikasta uğrayınca 70 yaşındaki Osman iktidara geldi. O iktidarı alınca zenginlik görüntüleri patlama yaptı, kötülükler çoğaldı. İçkili alemler başladı.(361) çok cömertti mala değer vermezdi. Ömer den fazla olarak beytülmalden de harcamaya başladı. Yakınlarına ve başkalarına, kemdi malındanmış gibi veriyordu. (362-3)Savaşa katılmayanlara da ata veremeye başladı. Bazı sahabelerin A. Bin Mesud- atasını kesti. İstediğim gibi davranmayacaksam niye imam oldum?(363-4) diyordu.
Osman’ın dönemindeki lüks şöyleydi:
Zübeyr b. Avvam: terikesi 59800 000 dirhem. 1000 köle. 1000 at (hz. Ömer in 500 000 dinarı çok gördüğünü hatırlayalım)
Talha: terike 30 000 000 . yüz kese altın. Irak’tan her gün için bin dinar gelir.
S b. Ebi Vakkas: 250 000 dinar Liste uzayıp gidiyor
Osman’ın ikitdarı alasının üstünden bir yıl geçer geçmez Kureyş’ten bazıları çevrede mallar edindiler(zübeyr ve Talha) insanlar onlara yöneldi. Yedi yıl böylece kaldılar. Bu ikisinin güçlenmesi onları Osman’ın başkaldıranların doğrudan yönlendiricisi ve Medine’ye gönderilen mektubu götürenlerin arkasında oldukları konusunda sözbirliği eder kaynaklar. Taberi bunu Osman’ın ağzından nakleder. (379) kaynaklar Ali’nin böyle bir harekette bulunduğundan söz etmez. (380)Osman’ın son döneminde kabile ve ganimetin etkileri kendini gösterdi ve akidede sarsılma ortaya çıktı. Görevler sorunu da kendini gösterdi: İsyancıların Osman’a karşı istekler listesinde “ganimet ve kabile” sorunu, keskin biçimde yer aldı.(728)

    h) Emevilerin konumu

Yazar Takıyyuddin Makrizi’nin Umeyye oğullarıyla ilgili görüşünü naklediyor. O diyorki: Umeyye oğlulları ile Resul’ün kovduğu ve lanetlediği Mervan oğulları  nasıl hilafet yarışına girer. Umeyye oğullarıyla haşim oğulları sürekli Resul’e düşmanlık yapmıştır. Mekke fethinin ardından pekçoğu İslam’a girmiştir. (296-7)Devletin Kureyşleştirilmesinin Mekke’nin fethinin hemen ardından gerçekleştiğini  Peygamberi suçlayarak delillendiriyor. Şöyle diyor: “Sözgelimi, Emevilerin ve davet devletinde Kureyş’in önderi Ebu Sufyan’ın dikkate değer durumu böyledir. Onun itibarı kendine iade edilerek feth sırasında onun evine giren eminyette kabul edildi. Peygamberin hayatı boyunca ona kabile seyyidi olarak davranıldı.(300) Hz. Peygamber belde emirlerinden ve kabile şeyhlerinden emirlik ve otoritelerinden vazgeçmelerini isetememiştir. Peygamber Ebi Şeber’e şöyle demiştir. “Seni tek ve ortaksız Allah’a inanmaya çağırıyorum. İktidarın sana kalır.”
Kabile devletinin yapısı, federal bir niteliğe sahiptir. Bunun için Peygamberin hac dönüşü hastalandığı haberi zekat memurlarına isyanı beraberinde getirdi. (302-3) Yazar yalancı peygamberlerin ve zekat vermeyi reddedenlerin tavırlarını kabile asabiyetine bağlıyor. Yazarın çizdiği tabloya göre müthiş bir baskı ortamı söz konusu. Yönetici zaafa uğradığı an hemen başkaldırılar gündeme geliyor. İnsanlar dinin maddi ve manevi otoritesinden kurtulmaya sebep ve ortam beklentisi içindeler. Yazar bu konuda çok aşırı gidiyor. Bu yorumlar Kemal Sunal’ın filmlerini hatırlatıyor. Zalim bir fırıncıya ya da belediye başkanına veyahut ağaya hep birlikte başkaldırıyorlar. Bu da hep onun öncülüğünde oluyor. O filmlerde halka eleştiri yapılmadığı gibi bu kitapta da ganimet arzusu duyan içlerinden yalancı peygamberler çıkaran topululuklar eleştirilmiyor. Burjuvaya karşı haklı bir direnişmiş gibi gösteriliyor.
Kabilede işler, acımasız bir cebriyeye boyun eğer. Şu halde, kabiledeki akidenin cebire dayandığını söyleyebiliriz. Kabilenin ideolojisi, doğal olarak cebriyeci bir ideolojidir.(510-1) Muaviye oğlu Yezid’e beyat alırken, şöyle diyordu: Yezid işi, kaza ve kaderdir. Kulların bu konuda başka seçeneği yoktur. Muaviye’nin saltanatını meşrulaştırabilmek için benimsediği bu cebir ideolojisi, hz. Peygamberden rivayet ettiğini söylediği hadislerin pek çoğunu da açıklıyor. “İktidara gelirsen iyilik yap” (512)
Emevi modelinde devletin temeli, kabile, ganimet ve akide de doğrudan mücadele ve en güçlü meşruluk, kabile düzleminde Kureyş meşruluğu, ganimet düzleminde siyaseti bir tür yüceltmenin yanı sıra siyasi ata veya akide düzleminde dinin doğrudan ideolojik kullanımı biçiminde, bir siyaset uygulamaya dayanır. Abbasi modeli sosyal yapının ve piramidin iki yapıyla, yüzeysel ve derin yapılarla örgütlenmesiyle belirginleşir. Derin yapı, daima üç berileyiciye, son belirleyicisi şartlara göre dönüşümlü olan kabile, ganimet ve akideye bağlı kalır. Yüzeysel  yapı ise, kavram çeerçevemize iki yeni kavramı, seçkin ve halk kavramını almamızı geretirir. (650)
Muaviye asker/kabile  toplumunda, sivil siyasi başkanlık ve önderlik kurumunu nasıl sağlamlaştıracaktı? Bir hutbede bunu şöyle yanıtladı: “ Yönetimi, sizin sevginizi kazanarak ele geçirmedim. Bu kılıcımla sizinlebüyük bir mücadele yaptım. Size yeme ve içmeye dayalı bir hayat sağlamaya çalışacağım.”(490) Muaviye de Yemenlilerle bağlantı kurmayı önemsedi. Yemenli Kelb kabilesiyle evlilik bağı kurdu. Kabile siyaseti yapıyordu. Onun bu politikasını hemen her Emevi hükümdarı kullandı. Bu da Yemenliler ile Kayslılar arasındaki çatışma oyunudur. Bu çatışmayı gerektiğinde kızıştırıyorlardı.(497) Muaviye Irak halkını Ali’ye oğlu Yezid de Hüseyin’e karşı halkı kışkırtmak için malı kullandı. Emevi halifeleri hep bu yolu tuttu. Siyasi ata, kabile de siyaset yapmak için rakiplerini susturmka ve muhalefetlerini önlemek üzere onların yeğlediği araçtı. 502)
Emevilerin bu bol ataları cömertçe verdikleri yalnızca Haşim oğullarından oluşmuyordu. Kabile başanlarına, Arap eşrafına karşı uyguladıkları siyaset buydu. Ali’ye karşı Muaviye ordusu içinde uyguladı, atalarını artırdı.(503)

    I) İbn Sebe

Kaynaklar Muaviye döneminde muhalefet A. İbn Sebe’ye nisbetle Yemenli kabilelere “Sebeiyye” denir(408) Yazar İbn sebe diye birinin yaşamadığına dair görüş nakletse de zaman zaman onun oynadığı rol ile ilgili yorumlar yapıyor. Yazar akide ile ilgili durumu Peygamber döneminden değil de mezheplerin çıktığı sonraki dönemleri göz önüne alarak  değerlendiriyor. Bu yüzden üç kavramdan akidenin işlenişi biraz daha zayıf gözüküyor.

    i) Ebu Zer -Ammar

İyiliği emrediyor. Fakat bir devrimci değil. Sözlü olarak karşı çıkıyor. Ancak bir başkaldırıda bulunmuyor. Osman onun sürgün edince “Baş üstüne Aden’e de desen giderim.” Diyor. Yani o daha ziyade bir ıslahatçı. Ammar ise köktenci. İsyancıların mektubunu Osman’a o verdi. Mektubu kendisinin ve korktuklarından gelemeyen bir grubun yazdığını söyledi. Osman onu cezalandırdı ama öldürmedi.(442-4) Ammar devrim mantığıyla İslam’ın putlara, Kureyş ileri gelenelre ve savurganlarakarşı devrimci mantığıyla düşünüyordu. Oysa Osman, Muaviye ve benzerleri, devlet mantığıyla düşünüyordu.(446)
Yazar bu eleştirilerinin ardından bunların normal olduğunu İslam toplumunun şirkten tevhide davetten fetihe geçtiğini söyleyerek şu hadisi ekliyor. “Siz dünya işlerini benden daha iyi bilirsiniz.” Yani bize demek istiyor ki bakın onlar bu garip tecrübeleri yaşadılar. Bu onların tecrübeleriydi. Dünya işlerini biz peygamberden daha iyi biliyorsak bu dönemde onlardan çok daha iyisini niye inşa etmeyelim demek istiyor.

    j) Muhtar es-Sakafi

Sakafi'nin babası Irak’ın fethinde komutandı. Amcası Medain valisiydi. Evlililk yoluyla valilerle akrabalık kuruyordu.(517) Bu evlilikler siyasi faaliyetleri dolayısıyla girdiği hapisten çıkmasına yaradı. Irak’ta çiftlik sahibiydi. Muhtar İbn’z- Zubeyr’e katıldı. Niyeti, ya onunla ittifak kurup, sonra ondan ayrılmak suretiyle ya da Mekke’deki önderi olan Hüseyin’in öcünü almak için Alevilerle ittifak kurup siyasi tasarısını gerçekleştirmekti. İbn Zubeyr halifeliğini ilan edince onun veziri olması ve ona danışması şartıyla itaat etti.(519)
Muhtar iki davayı üstlenmişti. “Hüseyin’in intikamı”nda beliren Şia davası; çoğunlukla Ali şiasından olan ve yalnızca köle ve mevali olduğunu hissettiklerini söylemenin yeterli olduğu sosyal bir durumla karşılaşan köle ve mevalinin davası.(527)Muhtar siyasi beklentilerini gerçekleşitirebilceği bir kabile desteğinden yoksundu.(530)
Irk ve inanç olarak çeşitli özellikler arzeden teşkilatını siyasi projesini gerçekleştirmek için kullandı. Muhammed b. Hanefiye’yi hareketinin şemsiyesi olarak kullandı. Kendisini onun adına “iş” i kotarmakla mükellef saydı.(547)

    k) İbn-ül Hanefiye

Hz. Ali’nin oğulluğu olan bu zatı Ali savaş tehlikesine atıyordu. Ama hasan ile Hüseyin’i sakınıyordu. O cesur bir insandı. Cemel savaşında aktif olarak yer aldı. Hadis rivayetlerinde bulundu. Kendisi de bununla övünürdü. (538-9)
Sonuç
Yazar sonuç bölümü açmak yerine bir bölüm daha açıyor. Bu bölümde El- İslam ve Usul-ül Hükm kitabına atıfta bulunarak Peygamberin dünyevi amaçlı bir iktidar kurmadığını öne sürüyor. Düzenlemelerini dini olduğunu devlet ile ilgili bir düzenleme olmadığını söylüyor. Olsaydı Sakife meclisinde metod farklılğı ve yönetim biçiminde farklılık olmazdı diyor. Abdurrazık gibi devleti kamu yararı açısından ele alıyor(704). Böyle düşününce de Burgiba’nın yaptığı gibib Tunus halıkının yararına oruç tutmamak böylece ekonomiyi ayakta tutabilmek normal olabiliyor.
Son bölümde yazar, “Hepiniz çobansınız ve güttüğünüz sürüden sorumlusunuz”  hadisini değerlendiriyor. Bu hadisin herkesin görevine göre toplum bireylerinin hepsine dağıtılmıştır. Çoban bir kişi değildir çünkü “hepiniz çobansınız” denilmektedir.(720-1)
Sonuç olarak İslam’ın düzenlediği bir yönetim yoktur. Anayasal boşluk nedeniyle ilk dört halifeden sonra Muaviye iktidarı zorla aldı. İnsanların rızasını kaybettiğinden “Allah’ın rızasını” öne sürmeye başladı. Abbasiler de meseleyi kaza ve kaderden çıkardı ve İlahi iradeyi ön plana çıkardı. Sonunda kim güçlenirse o iktidardır anlayışı güçlendi.
Yazar çözüm olarak şu ilkelerin diriltilmesi gerekir diyor. 1. Onların işleri aralarında şura iledir. 2. İş konusunda onlara danış. 3. Dünya işlerinizi benden daha iyi bilirsiniz. 4. Hepiniz çobansınız.
Maverdi’nin görüşlerini nakletmek artık çözüm olmamaktadır. (730-1)dan modern demokrasi biçimlerinden başkası yoktur. Başka türlü “şura”yı uygulamak da mümkün değildir.(732) siyasal aklı açısından kabile ganimet ve akide yenilenmesi çağımızdaki uyanış ve ilerlemenin gereklerini karşılayan düzeye yükseltmek için zorunlu şarttır. İşte bu yenileme, belirleyicilerin yenilenmesi, ancak onların tarihi reddiyesini gerçekleştirme uğrunda çalışmayla sağlanabilir. Bu da çağdaş tarihi alternatiflerin onların yerine geçirilmesiyle olur.(733)
Yazar, bunu şu ana kadar gerçekleştiremediğimiz için aşiretçilik, grupçuluk ve dini akidevi aşırılık geri gelip Arap dünyasına önceden  kimsenin beklemediği biçimde başat oldu diyor. Cabiri'ye göre, kabile siyasetin yönlendiricisi oldu. Rant iktisadın özü oldu. Akide ise ya meşrulaştırıcı ya da havarici oldu. (734) Bu durumdan kurtulmak için toplumdaki kabileyi kabile dışılığa dönüştürmek, ganimeti vergici bir ekonomiye dönüştürmek ve akideyi salt düşünceye dönüştürmek gerekir diyor. Akidenin düşünceye dönüşmesi dini laik grupçu ve dogmatik aklın otoritesinden kurtulmak, dolayısıyla içtihatçı ve eleştirici akılla ilişki kurmak demektir diyor (734-6).
Sonuç olarak yazar, dikkatli bir okuma gerektiren önemli konuları gündeme getiriyor diyebiliriz.
Yazı Künyesi! Muhammed abid Cabiri, İslam'da Siyasal Akıl, Çev: Vecdi Akyüz, İstanbul, Kitabevi Yay., 1997. Murat Kayacan