Esed’in Kaçan Fırsatları

Carsten Wieland,| 13 Nisan, 2011 Merip Reports

 

31 Ocak 2011’de Wall Street Journal Suriye Başkanı Beşşar Esed’in çekilmesi gerektiğini yazdı. Gazetedeki bir röportajında Esed, Arap halklarının yükselen siyasi ve ekonomik taleplerini karşılama konusunda Arap yöneticilerin daha hızlı hareket etmelerini gerektiğini söylemişti. Esed diğer Arap liderlere çıkışarak, “Mısır ve Tunus’ta olanlardan önce reform ihtiyacını görmediyseniz, artık reform yapmak için çok geç.” dedi. Bununla birlikte Esed röportaj verdiği gazeteciyi (belki de kendisini) temin etmeye devam etti: “Suriye istikrarlı. Niye? Çünkü insanların inançlarıyla yakından irtibatlı olmak zorundasınız. Bu, temel bir meseledir. Bu irtibattan uzaklaşıldığında ortaya çıkacak boşluk sıkıntıya yol açacaktır.

Çok değil iki ay sonra, Suriye’nin bir ucundan diğerine protestocular ve güvenlik güçleri arasında çıkan çatışmalar 1980’den bu yana Baas rejimini en fazla sallayan olay oldu. Karışıklıkların nasıl gittiği sorun değil. Artık şu bir gerçek ki, son 30-40 yılın Suriye’si artık aynı Suriye olmayacak. Protestolar, Suriye’de yaklaşık yarım asırdır rejim ile vatandaşlar arasındaki ilişkileri belirleyen açık net kurallar örgüsünü kopardı. Suriye standartlarına göre, rejim temsilcileri tarafından vaat edilen siyasi özgürlükler, huzursuzluğu ortadan kaldırmak için gayet kapsamlı görünüyor. Uzun yıllardır devam eden sivil toplum aktivizmi onları başaramazdı. Kıstas olarak zamanı alırsak, ortaya konan çabalar yetersiz. 30 Mart 2011’de Esed’in Parlamentoda yaptığı konuşmaya bakarsak, verilen etkili bir reform görüntüsü aslında içi boş bir vaatten ibaret. Sayısı git gide artan Suriye vatandaşı artık yaşadıkları hayal kırıklığını yutkunmuyor. Bu kötü şöhrete sahip polis devletinden duyulan korku, (vaat edilen özgürlüklerden dolayı) daha iyi bir gelecek ümidi kadar (içi boş olduğu için) önceden tahmin edilemeyen bir biçimde kitlesel öfke patlamasına da yol açtı.

Başkan Esed, kendi açısından son on yıldır siyasi çoğulculuk ve medeni haklar konusunda talepte bulunan Sivil Toplum Hareketine mensup çoğu yaşlı bir grup entelektüelin neden olduğu Suriye’deki temel fikri farklılığının yaşandığı günlere yönelik nostaljik acılar çekiyor olabilir. O, şık bildirilerle takdim edildiği durumları, Lübnan basınında görülen imza listeleri ve kritik makaleleri özlemiş olabilir ancak Suriye bir  tükenişte. Birçok yazar Baasçı pan-Arap eğilimini ve İsrail’e karşı sert tavrı destekliyor ve onlar İslamcılara ve diğer radikal çevrelere köprüler inşa eden laik işbirlikçiler olabilirler.

2003’ün Mayıs ayında ABD’nin Irak’ı işgal etmesinin hemen sonrasında, birçok gözlemci basireti nedeniyle, Suriye muhalefetini öven rejimin merkezi role sahip bir şahsiyetine sürpriz bir şekilde kulak kabarttı. Suriye istihbaratının nüfuzlu eski başkanı Behcet Süleyman Lübnan’ın Sefir Gazetesi’nde şu satırları kaleme aldı: “Suriye’de rejimin düşmanları değil; olağanüstü hal ve askeri mahkemenin ortadan kaldırılması, milli servetin eşit dağılımının sağlanması gibi belli siyasi ve ekonomik reformların ötesine geçmeyen talepleri olan muhalifler var.” (1). Süleyman biliyordu ki, cebren rejim değişikliği sadece sürgündeki seçkinlerin ve ABD politikalarının gündemindeydi.

Ne var ki, Başkan Esed “tartışma kulüpleriyle ve Suriye’nin otoriteryenlikten uzaklaşması için yumuşak bir geçişten bahseden konuşmalarıyla Sivil Toplum Hareketine” bir suç çetesi muamelesi  yapıyordu. Nargile aroması kokularının kapladığı kahvehanelerin arka odalarında yapılan sohbetlerin yaygaracılık olarak tanımlandığı günler geride kaldı. Şimdi Suriye Başkanı sokaklardaki kargaşayla ve barut kokusuyla karşı karşıya.

Kargaşa örüntüleri

Suriye’de sokak eylemlerinin nasıl biteceğini kimse bilmiyor. Bunun nedeni sadece gösteriler ve çatışmalar hakkındaki bilgi kıtlığı değil. Nisan ortalarındaki kargaşanın odak noktaları olan güney ziraat şehri Dar’a ve Akdeniz Limanı Banyas’a gazeteciler giremiyor. Bildirildiğine göre, Banyas ile tüm iletişim imkânları kesilmiş durumda. Suriye’nin herhangi bir yerinden bu kriz dönemi boyunca yeterli haber aktarımı söz konusu değil. Ek bir mesele de, protestalar tırmandığından dolayı, -rejim tarafından abartılan tüm görüntüler dikkate alındığında- ne dereceye kadar Suriye’de şehirlerin ve köylerin mezhebi çatışma ya da yüksek suç eylemleri korkusu hissettiğidir.

Suriye’deın son olaylar asgari sonuçları ortaya çıktı: Güç ilişkileri yeniden müzakere edilecek. Rejim içinde önemli mevkiler (Beşşar Esed ile güvenlik güçleri arasında, Esed ile ordu arasında ve Esed ile Esed kabilesinin diğer üyeleri arasında ve muhtemelen Aleviler,  Sünniler ve yüksek kademelere gelmiş diğer mezhep mensupları arasında) açık ihtilaf söylentilerinin merkezinde yeniden belirlenecek. Rejim ileriye giden sosyal, ekonomik ve siyasi kararlarında daha az sapma içinde. O kararlarının da (iyi bir yönetim için daha bir özen göstererek, daha az baskıya başvurarak ve protestolar ileride 2011’dekinden daha şiddetli olmasın diye) çerçevesini daha tedbirli bir şekilde çizmek zorunda kalacak. Ne var ki, günümüzdeki durum sone ermekten uzak ve maksimum sonucu da rejim değişikliği. Yıllardır Esed parça parça bazen de kozmetik biçimli reformlarla temelden değişim taleplerini bastırdı. Bazı kesimler onu çözümün bir parçası olarak gördü. Tehlike ise onun bu insanları kaybetmesi ve sorunun bir parçası olması.

Suriye dış politikasındaki ideolojik makyaj ve toplumsal kompozisyonuyla Tunus ve Mısır’dan büyük oranda farklıdır. Dolayısıyla o ülkelerde yaşanan 2011’in önemli olayları Suriye’ye kolayca kopyalanamayacaktır. Yine de halihazırdaki kriz diğer Arap ülkelerindekine bir hayli benzemektedir. Protestoları küçük bir olay başlattı: Dar’a’da gençler, “Halk rejimi devirmek istiyor!” meşhur sloganı da dahil Tunus ve Mısır’daki ayaklanmalardan mülhem sprey ile duvar yazısı yazmaktan göz altına alındılar. “Öfke günü” ilan edildi. Sivil huzursuzluklar konusunda devreye sokulmamış olan polis aşırı  tepki verdi ve birkaç protestocu hayatını kaybetti. Öfke ülke çapında büyüdü ve yine ülke çapında gösterileri tetikledi. Bu gösteriler zalimane bir gaddarlıkla karşı karşıya kalsa da protesto zincirine yeni halkalar eklendi.

Beşşar Esed uzun süredir düşük bir profil sergiledi. Bu tavrı onun ve ailesinin kan davası güdercesine tepki vereceği dedikodusunu besledi. Başkan “cumlukiyyet” lideri gibi davrandı. Cumlukiyyet, Suriye muhalefetinin cumhuriyet ve melikiyyet (krallık) kelimelerini birleştirerek isimlendirdikleri ülkenin rejiminin adıydı. Krizin sorumluluğunu üstlenmektense “cumlukiyyet”suçlamayı reddetti ve yerine kabinede değişiklik yaptı ve ülkenin sıcak noktalarındaki teğmen düzeyindeki askerleri görevden aldı. Halkla ilişkiler bağlamında, rejim görüşünü açıklamak ve Başkanın söylediklerini tekrar etmek üzere, kameraların önünde müsteşarlarını, milletvekillerini ve bakanlarını –ölüm anında son bir gayret olarak- devreye soktu. Rejimin sözlü tepkilerinin çoğu protestocuları suç işlemeye yöneltmeyi ya da onları mezhepçi terimlerle tanımlamayı amaçlıyordu. Ardından da rejim olayları bastırmak için öldürmeye yetkili güvenlik güçlerini kullanmaya yeltendi. Protestolar yaygınlaştığında da siyasi uzlaşı ve sonra da yatıştırma önlemleri alma girişiminde bulundu.

Tunus ve Mısır’da bu tür tavizlerin kitleler üzerinde uzlaştırıcı bir etkisi olmadı çünkü ya birkaç gün ya da haftalar sonra yani çok geçken geldi. Suriye de tavizler olaylara karşılık kötü bir şekilde seçilmişti. 7 Nisan 2011’de Esed Suriye Kürtlerinin haklarını savunan örgütlere cevaben, yüz elli bin vatansız Kürt’ün bir kısmına uzun süredir talep ettikleri vatandaşlığı verdi. Önlem o kadar gecikmişti ki, Esed pek az bir kredi temin edebilmişti. En büyük Kürt Partisi lideri Habib İbrahim, “Vatandaşlık her Suriyelinin hakkıdır. O bir yardım ya da bahşedilen bir hak değildir.” şeklinde sert bir karşılık verdi. Öğretmen hanımların peçe takmalarına izin vermek ve gazinoları kapatmak gibi diğer tavizler İslamcıları yatıştırmak içindi fakat gerçek bir siyasi reform çağrısında bulunan muhalif göstericilerin geniş tabanı için bunlar pek az  şey ifade ediyordu.

İlk haftalarda, göstericilerin öfkesi büsbütün Beşşar Esed’i hedef almıyordu. Fakat protestocuların sadmeleri gittikçe ona yaklaşıyor. Büyük öfke kişisel zorbalığıyla meşhur ve Cumhuriyet Muhafızları 4. Bölük Komutanı Beşşar’ın kardeşi ülkedeki otoriter düzenin koruyucusu Mahir’e yöneliyor. Protestocuların sloganlarında artan bir şekilde duyulan diğer isimler Beşşar’ın kız kardeşi Büşra’nın eşi olan Genelkurmay Başkanı Yardımcısı Asıf Şevket ve Suriye GSM şirketlerinin, gümrüksüz satış dükkânlarının ve kısa zamanda para kazanmayı vaat eden neredeyse her kuruluşun sahibi Rami Mahlûf’tur. Tunus ve Mısır’daki benzerleri gibi Mahlûf da sorgusuz siyasi sadakatı dolayısıyla devlet tarafından kendisine bahşedilen ticari tekelcilikten fayda temin eden klasik yağmacı ve çeteci bir zat. Mahlûf’un yolsuzluk hikâyeleri işçi kesiminden  tutun orta sınıfa kadar Suriyelilerin gündeminde. Yani Dar’a’daki ilk protestocu dalgasının adalet sarayını ve Baas Partisi bürolarını olduğu gibi bölgedeki GSM şirketi birimini de ateşe vermesinde şaşılacak bir şey yok.

2011 Ocak ayının sonlarına doğru Esed, Arap isyanları mevsiminin dışında kalabileceğini düşündü. Suriyeli iktidar yanlısı köşe yazarlarının bıkıp usanmadan dillendirdikleri gibi Esed, başka yerlerde sorun yaşayan yaşlı Arap liderlerden farklı olarak  45 yaşında nispeten genç bir lider. Esed, bölgesel konularda onu kamuoyuna yakın tutan “ABD ya da İsrail ile bir anlaşmadan uzak durma” tavrını sürdürdü. Destekçileri ek meşruluk gerekçeleri ortaya koyuyorlar: Komşu Irak ve Lübnan’da büyük karışıklıkların yaşandığı dönemlerde yasaları ve düzeni korudu. Laik Baasçı rejimi bölgede birçokları tarafından beğenilen, nispeten dini ve etnik hoşgörü atmosferini muhafaza etti. Başkan sadece Saddam Hüseyin ya da Muammer Kaddafi gibi diktatörlere karşı değil, onların hödük oğullarına kıyasla da halkçı bir kişilik sergiledi. Birçok Suriyeliye göre, oğul Esed her defasında öfkesinin kurbanı olan bir muhafız tarafından engellenen bir reformcu imajını kaybetmedi.

Ülke gerçekten Esed’le geçen on yılında demokrasi ve insan haklarıyla doğrudan ilişkili olmayan alanlarda bir ilerleme kaydetti. 2000 yılında iktidarı devraldığı babası Hafız’ın dönemine kıyasla, Suriye kitle iletişim şirketlerinin sayısı ve ifade özgürlüğü arttı ama siyaset, din ve cinsel konularla ilişkili kırmızı çizgilere yaklaşmamak koşuluyla. Sanatsal faaliyetler ve edebiyat daha fazla ifade hürriyetine sahip oldu. Birkaç internet sitesi sürekli engelllense de Suriyeliler TV, bloglar ve yabancı medya aracılığıyla daha fazla bilgiye ve dış dünyaya açılabiliyor. Cep telefonları ve diğer modern ekipmanlar daha fazla kişiye ulaştı. Kadın örgütleri güçlendi ve yasallıkları söz konusu değilse de ve hükümet tarafından açık destek görmüyor olsalar da güçlendiler ve kendilerine manevra alanı buldular.

Bazıları korkudan kaynaklansa da gerçekten halk arasında Beşşar Esed’e kaydadeğer bir sempati var. Özellikle Şam ve Lazkiye’de yükselen protestolarla beraber ortaya çıkan rejim destekçisi duygusallığın tezahürleri belki de devlet tarafından organize edilmiş olabilir ama o tezühürler  katılanlar açısından da duygusal olarak gerçek. Hıristiyan ve Dürziler gibi dini azınlık üyeleri, -Alevilerden söz etmeye bile gerek yok- Sünni çoğunluğun vereceği muhtemel tepkiyi hesaba kattıklarından mevcut sosyal çalkantıları belirgin bir memnuniyetsizlikle izliyorlar. Esed ve dar anlamda çevresini selamlayan Aleviler, iktidardaki ekibin tuttuğu yol nedeniyle topluluk olarak cezalandırılacaklarından endişeliler. Bununla birlikte Sünni tüccarların çoğu da Esed rejimiyle şu ana kadar müttefik idi. Azınlık ve orta sınıfı oluşturan Sünniler, nüfusun %50’den fazlasını teşkil ettiklerinden, dikkate alınmamaları mümkün değil.

Şam Baharı Bitti

Burada Haziran 2000’de iktidara geldikten hemen sonra Esed için bir fırsat mevcut: Belli çevrelerin imtiyazlarını azaltmak için gerekli cesareti kendinde bulmuş olsaydı ve ilk yıllarında vadesini doldurmuş Baas Partisi’ni tasfiye edebilseydi, özgür seçim çağrısında bulunabilir ve seçimleri kazanabilirdi. Gerçek bir sosyal temeli olan bir lider olarak, tozlu Arap birliği temalarına ya da İslamcı görünümlü retoriklerin peşine düşmeksizin, George W. Bush’un askeri politikalarına karşı durabilir ve bugün pozisyonu nispeten daha güçlü olabilirdi fakat Esed iktidarını halkın onayından geçirmemeyi tercih etti.

Suriye Sivil Toplum Hareketi 2011 Arap devrimlerinin entelektüel önderinin Tunuslular olduğunu ileri sürmekte. Suriye’de Eylül 2000’de başlayan muhalefet hareketinin kısa süreli parlak devri “Şam Baharı” diye biliniyordu. Michel Kilo “99 Manifestosu” yayınlayan bir grup entelektüelden söz ettiğinde bu gerileme görünür hale geldi. Bu manifestoyu “1000 Manifestosu” takip etti. Seçkin laik felsefeci Sadık el-Azm baş imzacıydı. Entelektüellerin amacı Alan George’un dokunaklı  “ekmek ve özgürlük” vurgusunun başka bir şekilde ifade etmekti. (2) Girişimci ve açık sözlü parlamento üyesi Riyad Sayf sahip olduğu şirketlerde mütevazi bir şekilde uyguladığı “adil Pazar ekonomosi” şeklindeki sosyal demokrat idealleri gündeme getirerek daha da ileriye gitti. Siyaseten, anayasal devlet, bağımsız yargı, bağımsız mahkemeler ve özgür basın çağrısında bulundu. Fakat Sayf partisini kurma niyetinde olduğunu açıkladığında kırmızı çizgiyi geçmişti. Tutuklandı ve “Şam Baharı” soğumaya yüz tuttu, tartışmaların yapıldığı Şam kahvehanelerinin kapılarına kilit vuruldu.

Bugün, sokakların baskısı altında aceleci bir şekilde siyasi çoğulculuğu gündeme getirebilir. Baas Partisi’nin boğucu hakimiyetine son vermek anlamına gelen yeni parti yasası, Başkanlık masasının çekmecesinde yıllardır tozlanıyor. Ama kendi tercihine göre böyle reformlara girişmek için rejimin yapacağı tek şey bu. Esed’in yapacağı diğer şey de daha fazla baskı yapması için muhalefeti cesaretlendirmek. Aynı dinamik; rejimi Kürt kökenli vatandaşlara uygulanan “yasal ayrımcılık” sorununu çözme, STK’ların faaliyetlerine yasal bir çerçeve kazandırma ve yeni bir medya yasası çıkarma gibi başka sözler de vermeye zorluyor; hatta retorik olarak Golan tepelerinin İsrail işgalinden kurtarılması ve (İsrail ile düşmanlığın sona erdirilmesiyle her zaman bağlantılı olduğu ifade edilen) sıkıyönetime de son verilmesini dayatıyor. Şu anda rejimin hesaplarının önüne böyle önlemler getiren salt iç baskılardır. Rejim kartlarını bir bir kaybediyor.

Baskı Dalgaları

Kitlesel sokak protestoları Suriye’ye tam olarak rejimin (ister eski Sivil Toplum Hareketi olsun isterse blogcular ya da internet aktivistleri olsun) muhalefet güçlerine baskılarını artırdığı safhada meydana gelmeye başladı. Meşhur birkaç insan hakları savunucusu demir parmaklıklar arkasında etkisiz bir şekilde bekliyor. Huzursuzluk tam da Suriye’nin uluslararası izolasyon tuzağından kendisini kurtarmayı başardığı bir zamanda patlak verdi.

Daha iyi uluslararası ilişkiler geliştirmede elde edilen başarılar 2008 yılından beri alınan bir dizi karardan dolayıdır. Bu kararlar bir yandan geçmişten kopmayı hatta paradigma değişikliğini yansıtır ve bir yandan da Başkan Esed’in dış politika konularındaki artan becerikliliğini göstermektedir. Yeni Suriye pragmatizmi, Irak savaşının ilk aşamaları esnasında yaşanan ideolojik olarak kabuğuna çekilmenin ardından ortaya çıktı. Bu pragmatizm milli menfaat (raison d’état) ve ABD’de kaynaklı savaş yanlısı görüşmelerin yol açtığı umutsuzlukla açıklanabilir.

Geçmişte, Suriye’nin izolasyonu ve rejimin kendini dış tehditle karşı karşıya hissetmesi rejimi siyasi sistemini şeffaf hale getirme konusunda isteksiz ve muhalefet hareketlerinin üzerine şiddetle gitmeye eğilimli kılıyordu. Çoğu kimse Suriye’nin dış tehditler azaldığı zaman iç reformları uygulamaya koyacağını ümit ediyordu. Yerine, muhtemelen tersi oldu. Hükümette çalışan deneyimli bir Suriyeli analist bir röportajında şu kabulünü aktardı: “Aynı yanlışı yaptım. Dış ve iç politika arasında benzerlik olduğunu düşünüyordum. Dış baskıyla ya da dış baskı olmadan Suriye’de siyasi değişim sağlayamayız. İç baskı süreklilik arz ediyor.”

Beşşar Esed’in on yıllık iktidarında Suriye’nin üzerinden üç sindirme operasyonu geçti. İlki 2001 yılında Sivil Toplum Hareketinin tartışma kulüplerini katı bir şekilde kapatmayla başladı. Esed Çin modelini benimsedi: Rejim ekonomik reformu gerçekleştirecek ama siyasi ve idari reformlar yapılmayacaktı. ABD’nin rejim değişikliği yapma tehdidi 2002’de bariz hale geldiğinden, ufukta demokratik bir deneme süreci görünmüyordu. Akabinde Baasçı rejim Irak savaşına katı ideolojik bir  tavır alarak kendini garanti altına aldı. Suriye’ye özellikle Suudi Arabistan’ın, Fransa’nın ve ABD’nin baskıları müteakip yıllarda arttı. Bu baskıların sonucu olarak 2003 baharında “tüm yabancı güçler Lübnandan çekilmeli” çağrısında bulunan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 1559 no’lu kararı alındı. Sonra da 2005 Şubat’ında Suriye’nin Lübnan’daki askerlerini geri çekmeye mecbur kılan Hariri suikasti gerçekleşti.

Rejimin zayıflığı ve Batılı diplomatların teşvikiyle muhalefet harekete geçti. 16 Ekim 2005 Şam Deklarasyonu ile birlik içinde tarihi bir adım attı. İlk kez laik sivil toplum hareketinden Kürt aktivistlere ve yasadışı Londra’da sürgünde olan Müslüman Kardeşler Cemiyetine kadar tüm muhalif gruplar Suriye’de demokratik bir değişim manifestosu yayınladı. Uzun bir dokümanla olağanüstü hal yasasına ve diğer siyasi baskı şekillerine bir son verilmesi çağrısında bulundu. Ayrıca demokrasi ve “maceracıların, aşırılık yanlılarının önüne geçmek için” bir anayasa konvansiyonu taslağı hazırlanmasını istedi. Bildirgeyi, Sivil Toplum Hareketinin lideri Michel Kilo kaleme aldı. Dokümanda Esed çözümün hâlâ bir parçasıydı. Şehirlerde hiçbir Esed heykeli devrilmedi. Ne var ki, Esed yine de sıkı önlemler almayı tercih etti.

Kilo ve insan hakları avukatı Enver el-Bunni dahil 2001’de esirgenenler ikinci zulüm dalgasının kendini gösterdiği 2006’nın ilk yarısında tutuklandı. Şam Deklarasyonuna imza atanlar Batı menfaatleri için çalıştıkları suçlamasıyla yargılandı.

İlk iki tutuklama kampanyası iç ve dış gruplar arasındaki karşılıklı ilişki mantığına bağlandı. Ne var ki üçüncüsü, Suriye’nin uluslararası sahneye çıkışının kutlandığı 2009’un sonunda başladı. O yılın Ekim ayında rejim, Suriye İnsan Hakları Derneği Başkanı Heysem Melih’i tutukladı ve o zamandan beri muhalif entelektüellere seyahat sınırlamaları getirdi ve sair surette onları yıldırmaya çalıştı. 80 yaşındaki Melih açlık grevine başladıktan sonra 2011 Mart’ının rahatsızlıkla geçen günlerinde serbest bırakıldı.

Her üç baskı dalgasında, laik Baasçı rejim çoğulculuk ve tedrici reform çağrısında bulunan ılımlı ve seküler sesleri kıstı. Bu tarih İslamcı akımların niçin Suriye’de taban kazandığını kayıt altına almakta. Şüphe yok ki, muhalefet siyasetinin İslamileştirilmesi Arap Ortadoğu’da genel bir eğilimdir ve hiçbir ülke bundan masun değildir. Yine de Suriye’de ortaya çıkmaları daha spesifik açıklamaları mevcut olan “ötekiler” de vardır. İlk olarak, laik eğilimine rağmen rejim, çoşkudan ziyade sıklıkla gerekli olduğundan ABD ve İsrail’in bölgedeki imtiyazlarına karşı “direniş ekseni”nde İran, Hizbullah ve Hamas gibi İslamcı refikleriyle müttefiktir. İkinci bir açıklama ise, diğer Arap rejimlerinden farklı olarak, Suriye’nin İslamcılığa bilinçli bir tolerans stratejisi uyguladığı şeklindedir. Baasçı-İslamcı ilişkileriyle tanımlanan Suriye’nin önde gelen muhalifi şöyle diyor: “Biz devlet gücünü elde ediyoruz, siz toplumunkini.” Bu tasarım bir iç tehdidi ortadan kaldırmıyor. Bu, Batı’ya Baas Partisi devleti elden kaçırırsa Suriye İslamcıların eline geçeceğine kanıt olarak sunulabilir. Suriye 2000’in ortalarında ABD ile karşı karşıya geldiğinde, ABD işgalini zaafa uğratmak için İslamcı militanların Irak’a girmesine imkân sağladı ve önleyici savunma faaliyetleri yürüttü.

Esed 31 Ocak 2011’de Wall Street Journal’e verdiği mülakatında bu argümanı sürdürüyordu. Devlette bazı değişiklikler yapılmasının gerektiğini kabul ederek, “Fakat aynı zamanda toplumu da bir seviyeye getirmek zorundasınız ve bu onu teknik olarak nitelikli hale getirmek değil zihinleri açık hale getirmek anlamına geliyor. Gerçekten, son yıllarda özellikle 1980’lerden beri toplumlar aşırılığa yol açan dar görüşlülüğe daha da yaklaştı.” diyordu (3). Başka bir deyişle, Arap toplumları Batı tipi demokrasiye hazır değil. İstikrar ve kaos arasında, yüzeysel ve devlet destekli laiklik ile köktenci taş devri arasında tercih yapılacak. Haziran 2000’de göreve başlama konuşmasında genç Başkan pozisyonunu net bir şekilde ortaya koymuştu: “Başkalarının demokrasisini kendimize uygulayamayız. Batı demokrasisi sözgelimi, mevcut Batı toplumlarını ayrı kılan örfler ve adetlerden kaynaklanan uzun bir tarihin ürünüdür. Biz bize özel tarihimizden, külütürümüzden ve medeniyetimizden kaynaklanan ve toplumumuzun ve gerçekliğimizin ihtiyaçlarına cevap veren bir demokratik tecrübe yaşamak zorundayız.”

Bazı Batılılar en azından siyasi olarak yapma imkânı bulduklarında demokrasiye giden “kültürel patika”[1] söylemini dillendirmeyi tercih ettiler. Michel Kilo Eylül 2008’de Şam’ı ziyaret eden Fransız Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy “Esed’in Suriye’nin belli bir demokrasi meydana getirme fikrini” onayladığında, umudunu yitirdiğini ifade etti. Entelektüeller Sarkozy’nin böyle söylemesinin ardından Şam’daki Fransız büyükelçisine evrensel insan hakları fikrini yayanların Fransızlar olduğunu hatırlattığını söylüyorlar. Sadık el-Azm benzer şekilde “İslamî insan hakları”ndan farklılık gösteren “Batılı insan hakları” ya da Melezya ve Çin’in propaganda ettiği “Asya insan hakları” kavramlarını yerleştirme eğilimlerine karşı uyarıda bulundu (4).

Hiçbir Arap lideri güya olgunlaşmamış halklarının demokrasiyi öğrenmesinin niçin bu kadar uzadığını açıklayamadı. Yemen örneğinde olduğu gibi, bazı müstebitlerin iktidarı 30 yıl sürdüğünden, bu “öğrenememişliği” açıklamak da git gide zorlaşıyor. Hatta Suriye’de iktidarda olan Beşşar Esed yönetiminin onu aşkın yılı görünüşe bakılırsa artı değer üretmek ve güvenlikten taviz vermeden kurumlar inşa etmek, dış politika sınırlamaları ve diğer Suriye’e has durumlarda değişiklik yapmak için yeterli olmamış. Şimdi fırsat kapısı kapanmış olabilir.

Kıvılcım ateşe dönüşüyor

Tunus, Mısır, Suriye ve diğer Arap ülkelerindeki hareketler dört varsayım ortaya koymakta. İlki, insanların özlemlerinin gerçekten evrensel olduğudur. Araplar; -dünyanın diğer taraflarında halkların yaptığı gibi- yoksulluğa, toplumsal adaletsizliğe, fesada, sansüre, polis tehdidine, yasa tanımamaya ve bireysel fırsatların olmayışına karşı ayaklandılar. Arap Dünyasında şeffaflık, özgürlük ve siyasi çoğulculuk çağrılarının kültürel ya da dini rengi yoktur ve başka herhangi bir yerdeki taleplerle de gayet uyum içindedir. İkinci olarak, protestocular bu şikâyet konularına herhangi bir dış saik olmaksızın tercüman oluyorlar. Arap kardeşlerinin başarılarına gıpta edenleri yönlendirmekten başka bir şey yapmıyorlar. İsyanlar ithal değil ev yapımı.

Üçüncü olarak, protestolar sırasında sivillik, yaratıcılık, barışçıllık, toplumcu ruh ve sosyal, dini ve etnik dayanışma -liderleri ne derse desin-, Arapların demokrasi için gerçekten yeteri kadar olgun olduğunu parlak bir şekilde gösterdi. Libya’da olduğu gibi bazı hareketlerin askerî yöntemlere meyletmesi protestoların kaynağından ayrı düşünülmek zorunda. Dördüncü olarak, devrimin taşıyıcıları eğitimli ama siyaseten susturulmuş, sosyo-ekonomik çöküşlerin getirdiği ekonomik şoklara ve korkulara maruz kalmış orta sınıf da dahil toplumun değişik katmanlarından geliyor. Arap Dünyasının Tahrir Meydanlarındaki göstericilerin çoğu “Çözüm İslam’da!” sloganından ilham almış ve görünüşte etkilenmiş değil. Raşit Halidi’nin işaret ettiği gibi Araplar, krallarının ve ebedi şeflerinin emredici tutumlarını redderek onurlu duruşlarını teyit etmiş oldular (5). Halidi devamla, “Günümüz devrimleri Arap Dünyasının ilk demokratik devrimi değil ama sömürgeciler, hakim güçlerden ziyade ilk Arapların yönlendirdiği devrimlerdir.” demekte.

Sivil tabiatlı yeni Arap ulusçuluğu, gösterilerde billurlaşmaya başladı. Mısırlılar güz dönemi için planlanan özgür seçimler öncesinde anayasal değişiklikler konusundaki 19 Mart referandumuna katılımlarının kanıtı olarak mürekkepli parmaklarını gösteren fotoğraflarını Facebook’a yerleştirdiler. Diğerleri de Facebook’taki “Şu anda ne düşünüyorsun?” kısmında şu mesajı yayınladılar: “Mısırlı olduğum için gurur duyuyorum!” Facebook sayfalarında hâlâ Kahire ve şimdi de Şam’da protestoların iki dini simgesi hilal ve haç görünüyor.

Haysiyet, katılım, şeffaflık ve özgürlük Suriye’nin komşularını da sınava tabi tutacak. Türkiye Hükümeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, güvenlik, dış politika, ekonomi ve turizm alanlarında Suriye’ye yakın duruyor. Her iki taraf da “aile bağları”ndan söz ediyor. İki ülke kabinelerinin ortak toplantıları rutin bir hal aldı. Aynı zamanda Türkiye, Müslüman ağırlıklı toplumlarda demokrasiyi inşa etmeye çalışan birçok Arap muhalif çevre için model olarak görülüyor. Erdoğan sadece İsrail’in insan hakları ihlallerine sert eleştiriler getiren birisi olarak sivrilmedi o ayrıca Arap despotlara da (en yüksek  sesle Mısır’da Hüsnü Mübarek’e) reformları gerçekleştirmeleri için çağrıda bulundu. Suriye krizi Erdoğan’ın ve hükümetinin yüklendiği sorumluluğu ne kadar yerine getirdiğini test edecek. Oldukça sorunlu antidemokratik Esed rejimini desteklerken demokratik gündemi canlı tutabilir mi?

Başka bir cephede İsrail ironik olarak Esed rejiminin devam etmesini en samimi olarak ümit eden aktör olarak piyasaya çıkabilir. Suriye İsrail’in düşmanı olabilir ama istikrarlı ve güvenilir bir düşman. Esed rejimi Lübnan’ın Şii Partisi Hizbullah’ı gerektiğinde İsrail’in kuzey sınırından alıkoymak için yeteri kadar Parti’yi etki altında tutuyor. Bununla birlikte, Suriye’de baş gösteren huzursuzlukla beraber tüm tahminler alt üst oldu. En düşük öneme sahip soru “Zaafa uğramış Şam’daki Baasçı hükümet hâlâ (her iki taraf da gerçekten istiyorsa) barış müzakereleri yürütebilecek mi?” sorusu. Oradan başlayarak, İsrail’e dair meseleler daha da çetrefilleşiyor. Rejim meçhul partiler tarafından değiştirilirse, Baasçı dönem nostaljisi kısa sürede Tel Aviv ve Küdüs zirvelerinde harekete geçebilir. Statüko  tüm öfkesiyle harekete geçmeye hazır: Sonuçları ne olursa olsun, Ortadoğu’da tek demokrasi olarak kendini tanımlayan İsrail’in Batı’nın sempatisini elde etme yeteneği Arap isyanlarıyla aşınmış durumda.

Batı’nın da Suriye’de istikrar konusunda büyük menfaati var. Ocak ayında ABD Başkanı Barack Obama Kongreyi baypas etmeye karar verdi ve ilk ABD Büyükelçisini beş yıllığına –tam vaktinde- Şam’a gönderdi. Batılı siyasetçiler bir kez daha belli değerleri ve İsrail’i korumayı da içeren pragmatik menafatleri arasında şüpheli bir denge ile yüz yüze.

Suriye’de ayaklanmalar patlak verdiğinde, İsrail’in kuzey cenahındaki istikrardaki menfaat ABD’nin duruşunu açıklamaktan uzak kalıyor. 26 Mart 2011’de CBS’in “Ulusa Sesleniş” programına katılan Dışişleri Bakanı Hillary Clinton bariz bir şekilde (Suriye yönetimine) Libya’daki olaylarla ilgili kullandığı sert ifadelerle baskı kurucu şeyler söylemekten geri durdu. Clinton, “Böylesine önlemlerin ardında uluslararası uzlaşı sağlanmayacak. Suriye’de şimdi farklı bir lider var. Ülkemizdeki her iki partinin de son aylarda Suriye’ye giden Kongre üyelerinin çoğu Esed’in bir reformcu olduğuna inandıklarını söylediler.” dedi. Sonradan gelen ABD yönetimi açıklamaları ise daha kuvvetliydi ancak sadece Libya rejiminin suçlamalarından farklı bir tonla değil, aynı zamanda eski Başkan George W. Bush’un kullandığı retorikten de ayrışan ifadelerle yapılan açıklamalardı.

Ülkenin bir ucundan diğerine düzenlenen gösterilerin arka planına karşı, Suriye güvenlik güçlerinin Sivil Toplum Hareketi temsilcilerine yaklaşması şaşırtıcı değil. İstihbarat elemanlarının tutuklamak istemediklerinde uyarı ateşleri ile onları sohbet etmeye davet etmeleri bir zamanlar yaygındı. Ama şimdi onlar eski “muhaliflerinden” hareketlerini ihya etmelerini istiyorlar. Ama artık çok geç.

Yıllar geçtikçe Sivil Toplum Hareketi Clinton’un reform konusunda Esed’in istekli olduğuna inancını artık paylaşmaz oldu. Kasım 2010’da, günümüz olayları en iyi ihtimalle sessiz bir imkân olarak görüldüğü günlerde Michel Kilo hareketin başarısızlığını ilan etmişti. O, hareketin destekçi çevresini geniştletemeden durdurulduğundan şikâyet ediyordu. Kilo şöyle dedi: “Ne var ki, Avrupa’nın devrimci kalıplarıyla uyumlu olarak, Suriye’nin eğitimli orta sınıfı uyandı. Kıvılcım genç nesli harekete geçiridi mi bize düşen geri çekilebilmektir. En azından yolu açtık.” (6)

Endnotes

[1] Al-Safir, March 15, 2003.
[2] Alan George, Syria: Neither Bread nor Freedom (London: Zed Books, 2003).
[3] Wall Street Journal, January 31, 2011.
[4] Interviews with Sadiq al-‘Azm, Damascus and Berlin, November 2010.
[5] Rashid Khalidi, “Preliminary Observations on the Arab Revolutions of 2011,” Jadaliyya, March 11, 2011.
[6] Interview with Michel Kilo, Damascus, November 2010.

http://www.merip.org/mero/mero041311 (Yazının yer aldığı link)

 

 

Yazının künyesi: Wieland, Carsten, “Esed’in Kaçan Fırsatları”, (çev: Murat Kayacan) Haksöz Derg., S. 243, İst., 2011, 22-28.

 

***

Asad's Lost Chances

by Carsten Wieland | published April 13, 2011 Merip Reports

On January 31, the Wall Street Journal printed words that Bashar al-Asad must wince to recall. In an interview with the newspaper, the Syrian president said that Arab rulers would need to move faster to accommodate the rising political and economic aspirations of Arab peoples. “If you didn’t see the need for reform before what happened in Egypt and Tunisia, it’s too late to do any reform,” he chided his fellow leaders. But Asad went on to assure the interviewer (and perhaps himself): “Syria is stable. Why? Because you have to be very closely linked to the beliefs of the people. This is the core issue. When there is divergence…you will have this vacuum that creates disturbances.”

Not even two months later, confrontations between protesters and security forces across Syria shook the Baathist regime harder than any challenge since the 1980s. No matter what the course of the upheavals, the Syria that many have known for decades will never be the same. The protests have torn asunder the delicate fabric of rules, explicit and implicit, that for decades have determined the relations between the regime and the citizenry. By Syrian standards, the political concessions promised by regime representatives to quiet the unrest are far-reaching; long years of civil society activism were unable to achieve them. By the yardstick of the times, however, the moves have turned out to be inadequate. Following a presidential speech to Parliament on March 30, it looks like sweeping reform is an empty promise. And a rising number of Syrians are not swallowing their disappointment. The pervasive fear for which this police state is infamous has given way to unpredictable bursts of popular anger, as well as hope for a better future.

President Asad, for his part, may soon feel twinges of nostalgia for the days when Syria’s main source of dissent was a group of intellectuals of the Civil Society Movement, most of them elderly, who for the past ten years have called for political pluralism and civil rights. He may miss the occasions on which he was presented with elaborate declarations, lists of signatures and critical articles appearing in the Lebanese press but meant for Syrian consumption. Many of the authors share the Baathists’ pan-Arab orientation and hardline stance toward Israel; they could have been secular partners who built bridges to Islamist and other more radical forces.

Just after the US invasion of Iraq, in May 2003, many observers pricked up their ears in surprise when a central regime figure commended the Syrian opposition for its prudence. Bahjat Sulayman, the powerful former head of Syrian intelligence, wrote in the Lebanese newspaper al-Safir, “In Syria, the regime does not have enemies but ‘opponents’ whose demands do not go beyond certain political and economic reforms such as the end of the state of emergency and martial law; the adoption of a law on political parties; and the equitable redistribution of national wealth.” [1] Forcible regime change, Sulayman knew, was only on the agenda of select exiles and US politicians.

But President Asad treated the Civil Society Movement intellectuals, with their debating clubs and talk of a soft landing for Syria’s transition away from authoritarianism, like a gang of criminals. The days are over when obstreperousness is defined as discussion in the back rooms of teahouses suffused with the aromatic smoke of water pipes. Now the Syrian president faces tumult in the streets and the whiff of gunpowder.

Patterns of Unrest

No one knows how the street unrest in Syria will end, and not only because information about the demonstrations and clashes is so scarce. The focal points of unrest in mid-April, the southern agricultural town of Dar‘a and the Mediterranean port of Banyas, are no-go zones for journalists, with all forms of communication with Banyas reportedly cut. Reporting from anywhere in Syria has been scanty throughout the crisis. An additional question is to what degree Syrian cities and villages have been gripped by fears of sectarian incidents, score settling among groups with vested interests or heightened criminal activity -- all specters raised by the regime -- as the protests escalate.

Yet the outlines of a minimum outcome have already emerged: Power relations will be renegotiated. Inside the regime, key posts have been reshuffled amidst rumors of open discord between Bashar al-Asad and the security services, between Asad and the army, between Bashar and other members of the Asad clan and, possibly, between ‘Alawis, Sunnis and members of other sects in the upper echelons. The regime has less leeway in its social, economic and political decisions going forward; it will have to frame them more cautiously, with more urgent attention to good governance and less reliance on repression, lest the next round of protest be far more vigorous than that of 2011. But the current round is far from over, in any case, and its maximum outcome is regime change. For years, Asad has quelled demands for fundamental change with piecemeal, sometimes cosmetic reforms. Some strata of the public have considered him part of the solution; the danger is that he will lose these people and become part of the problem.

In its foreign policy, ideological makeup and social composition, Syria differs greatly from Tunisia or Egypt, so the momentous events of 2011 in those countries will not simply be replicated. Yet the pattern of Syria’s immediate crisis is quite similar to those in other Arab countries. The protests were sparked by a minor incident: Teens in Dar‘a were detained for spray-painting buildings in town with graffiti inspired by the Tunisian and Egyptian uprisings, including the famous slogan, “The people want to overthrow the regime.” A “day of rage” was declared. The police, unused to civil unrest, overreacted and shot several protesters dead. Anger rose countrywide and triggered more widespread demonstrations, which have been met with more brutal force, in turn fueling more protest.

Bashar al-Asad has mostly kept a low profile, feeding the early gossip that he and his family were feuding over how to respond. The president has behaved like the leader of a “jumlukiyya,” as the Syrian opposition calls the country’s political system, melding the Arabic words for republic and monarchy. Rather than assuming responsibility for the crisis, the “republico-monarch” has shunted the blame downward, offering to replace the cabinet and sack the lieutenants responsible for the hot spots around the country. In terms of public relations, the regime has tried to make do with sending advisers, deputies or ministers before the cameras to explain its point of view, trotting out the president only in extremis. Much of the regime’s verbal response has aimed to criminalize the protests or portray them in sectarian terms; in tandem, the regime has resorted to lethal force to suppress the agitation. As the protests spread, the regime turned to attempts at political accommodation and, eventually, measures of appeasement.

In Tunisia and Egypt, such concessions had no conciliatory effect upon the crowds because they always came a few days or weeks too late. In Syria, as well, the concessions appear poorly chosen for the circumstances. On April 7, Asad granted citizenship to some 150,000 of Syria’s Kurds who had been stateless, answering a long-time demand of Kurdish advocacy organizations. The measure was so overdue that Asad got little credit. “Citizenship is the right of every Syrian. It is not a favor. It is not the right of anyone to grant,” retorted Habib Ibrahim, leader of a major Kurdish party. Other concessions, like permitting schoolteachers to wear the niqab, or full face veil, and closing a casino, are meant to placate Islamists but mean little to the wider base of opposition demonstrators calling for real political reform.

In the initial weeks, the demonstrators’ wrath has not, by and large, targeted Bashar al-Asad himself. But the hits are drawing closer and closer to home. Great fury is directed toward Bashar’s brother Mahir, who has a reputation for personal cruelty and, as head of the Fourth Division of the Republican Guard, is a bulwark of authoritarian rule in the country. Other names increasingly heard in the protesters’ chants are ‘Asif Shawkat, husband of Bashar’s sister Bushra and deputy chief of staff of the army, and, above all, Rami Makhlouf, who owns Syria’s cell phone companies, duty-free shops and almost everything else that promises quick profits. Like his counterparts in Tunisia and Egypt, Makhlouf is beneficiary of a classic predatory arrangement, whereby his unquestioning political loyalty buys him commercial monopolies bestowed by the state. The stories of Makhlouf’s corruption incense ordinary Syrians, from the working poor to the endangered middle class. No wonder the first wave of protesters in Dar‘a burned down the local cell phone company outlet, as well as the court building and the Baath Party offices.

Sitting It Out

As late as January, Asad thought he could sit out the season of Arab revolts. As supportive Syrian columnists tirelessly point out, Asad is a relatively young man at 45, unlike the aging Arab leaders in trouble elsewhere. He has made no pact with the US or Israel, keeping him close to public opinion on regional issues. His backers adduce additional pillars of legitimacy: Asad has maintained law and order in times of great turbulence in the bordering nations of Iraq and Lebanon; his secular Baathist regime has safeguarded an atmosphere of relative religious and ethnic tolerance, which many in the region admire; and the president has cultivated a humble public persona, in contrast not only to dictators like Saddam Hussein or Muammar al-Qaddafi, but also to their uncouth sons. In the eyes of many Syrians, the junior Asad has not lost his image as a reformer frustrated at every turn by an irascible old guard.

The country has indeed made progress during the ten years of Asad’s rule in areas that are not directly related to democracy or human rights. Syrian media outlets are more numerous and plainspoken than under Bashar’s father Hafiz, from whom he inherited power in 2000, provided that they do not cross red lines related to politics, religion and sex. Arts and letters have benefited from more freedom of expression. Though several Internet sites are permanently blocked, Syrians have far more access to information and the outside world, through satellite TV, blogs and foreign media. Cell phones and other modern equipment have become accessible to a wider range of people. Women’s organizations have gained strength and are granted room to maneuver even if they are not legally registered or explicitly supportive of the government.

There is, in fact, considerable sympathy for Bashar al-Asad among the population, though some of it stems from fear of the unknown. The manifestations of pro-regime sentiment that have popped up alongside the protests, particularly in Damascus and Ladhiqiyya, may be orchestrated by the state, but they are also emotionally real for the participants. Many members of religious minorities, such as Christians and the Druze, not to mention ‘Alawis, watch the present upheavals with distinct unease, as they contemplate possible backlash from the Sunni majority. The ‘Alawis, from whose tribes the Asads and their inner circle hail, worry they will suffer communal retribution for the ruling clique’s ways. But much of the Sunni merchant class, as well, has so far stuck to an alliance with the Asad regime. As minorities and middle-class Sunnis make up more than 50 percent of the population, they are not a negligible constituency.

No Damascus Spring

Here lay an opportunity for Asad shortly after he took power in June 2000: Had he mustered the courage to curtail vested interests and dismantle obsolete Baathist structures in the early years, he might have called for free elections and won them. As a leader with a genuine social base, he could have confronted the militarist policies of President George W. Bush without falling back upon dusty pan-Arab themes or Islamist-sounding rhetoric. His position would be correspondingly stronger today. But Asad chose not to put his rule to a popular test.

The Civil Society Movement of Syria claims the mantle of intellectual pioneer of the 2011 Arab revolutions, with the addendum that Tunisians turned out to be the champions in practice. The short-lived heyday of this opposition movement starting in September 2000 was known, indeed, as the “Damascus spring.” That fall, the writer Michel Kilo headlined a group of intellectuals who published the “manifesto of the 99,” followed in December by the “manifesto of the 1,000.” The distinguished secular philosopher Sadiq al-‘Azm was a key signatory. The intellectuals’ aim, to paraphrase the pointed words of Alan George, was both bread and freedom. [2] Riyad Sayf, an entrepreneur and outspoken member of Parliament, went the furthest, putting forward social-democratic ideals of a “fair market economy” that he upheld with decent labor practices in the companies he owns. Politically, he called for a constitutional state, an independent legislature and courts, and a free press. But Sayf crossed a red line when he announced his intention to found a party of his own. He was arrested, and the “Damascus spring” turned cold as the debating clubs in Damascus teahouses closed down.

Today, the regime may hastily introduce political pluralism (or a semblance thereof) under the pressure of the street. A new party law meant to break the stranglehold of the Baath Party has been gathering dust in a presidential desk drawer for years. But it is one thing for the regime to introduce such reforms under circumstances of its own choosing and quite another to do so under duress, with the latter step likely to embolden the opposition to press for more. The same dynamic holds for the regime’s various other promises, like tackling legal discrimination against citizens of Kurdish ethnicity, erecting a legal framework for the activities of NGOs or promulgating a new media law. It even holds for declaring an end to martial law, a step that, rhetorically, has always been tied to liberation of the Golan Heights from Israeli occupation and the end of hostilities with Israel. Now it is purely domestic stresses that are bringing such measures to the forefront of regime calculations. The regime is losing one trump card after another.

Waves of Suppression

The massive street protests reached Syria precisely when the regime was in a phase of increased suppression of opposition forces, whether the older Civil Society Movement or the bloggers and Internet activists of more recent vintage. Several well-known human rights defenders are languishing behind bars. The unrest also arrives at a time when Syria has managed to extricate its head from the noose of international isolation.

The successes in establishing better international relations are rooted in a series of decisions since 2008 that, on the one hand, reflect a break with the past, even paradigm shifts, and, on the other hand, display the growing maturity of President Asad in foreign policy matters. A new Syrian pragmatism has emerged after a phase of ideological encrustation during the early phases of the Iraq war that can be explained by both raison d’état and desperation amidst the bellicose talk emanating from Washington.

In the past, it was plausible to advance the thesis that Syria’s isolation and the regime’s feeling of existential threat from outside was making the regime reluctant to open up the political system and apt to crack down heavily on opposition movements. Many had hoped that Syria would adopt domestic reforms when the foreign threat abated. Instead, the reverse has arguably occurred. One experienced Syrian analyst who has worked inside the government conceded in an interview: “I made the same mistake. I thought there was a correlation between foreign and domestic policy…. With or without external pressure, we have no political change in Syria. Domestic pressure is a continuity not a contradiction.”

Three waves of suppression have swept through Syria during Bashar al-Asad’s ten years in power. The first began in 2001 with the completion of the clampdown on the debating clubs of the Civil Society Movement. Asad had adopted the Chinese model: The regime would pursue economic reform, but political and administrative reforms would be discarded. No democratic experiment was in the offing as US threats of regime change began to emerge in 2002, and the Baathist regime subsequently entrenched itself in harsh ideological opposition to the Iraq war. Pressure mounted on Syria, especially from Saudi Arabia, France and the United States in subsequent years, culminating in the autumn 2003 passage of UN Security Council Resolution 1559, calling upon “all remaining foreign forces to withdraw from Lebanon,” and then the Hariri assassination in February 2005, which eventually compelled Damascus to summon its troops in Lebanon home.

In the face of the regime’s obvious weakness, and with the encouragement of Western diplomats, the opposition picked up momentum. It took a historic step toward unity with the Damascus Declaration of October 16, 2005. For the first time, all major opposition groups -- ranging from the secular civil society movement to Kurdish activists to the outlawed Society of Muslim Brothers in their London exile -- issued a manifesto for democratic change in Syria. The lengthy document called for an end to emergency law and other forms of political repression, a national summit on democracy and a constitutional convention to draft a charter “that foils adventurers and extremists.” The head of the Civil Society Movement, Michel Kilo, composed the Declaration. Under this document, Asad could have been still part of the solution. No Asad statues were toppled in Syrian cities. But, again, he chose to crack down.

The second wave of persecution followed in the first half of 2006, when those who had been spared in 2001, including Kilo and human rights lawyer Anwar al-Bunni, were arrested. The hunt for signatories of the Damascus Declaration was justified by the charge that they were pursuing Western interests.

The first two arrest campaigns adhered to the logic of interrelation between domestic and foreign fronts. The third, however, began at the end of 2009 when Syria had already celebrated its reemergence onto the international stage. In October of that year, the regime arrested Haytham Malih, head of the Human Rights Association of Syria, and since then has imposed travel bans upon dissident intellectuals and otherwise sought to intimidate them. The 80-year old Malih was released only during the hectic weeks of late March 2011, after he had gone on hunger strike.

In all three waves of suppression, the secular Baathist regime has silenced the moderate, secular voices calling for pluralism and piecemeal reform. This history is related to why Islamist currents appear to be gaining ground in Syria. To be sure, the Islamization of opposition politics is a general trend in the Arab Middle East and no country is immune. Yet there are other, more specific explanations for its appearance in Syria. First, the regime, despite its secular orientation, and often more out of necessity than enthusiasm, is allied with Islamist partners like Iran, Hizballah and Hamas in an “axis of resistance” to US and Israeli prerogatives. A second explanation is that, not unlike other Arab regimes, Damascus adopted a conscious strategy of toleration for Islamism. A leading Syrian opposition figure characterized the Baathist-Islamist relationship as follows: “We get state power; you get society.” Not only did this arrangement obviate a domestic threat, it could be presented to the West as evidence that Syria would turn Islamist if the Baathists were to lose the state. During its confrontation with the United States in the mid-2000s, Syria facilitated passage of Islamist militants into Iraq in order to weaken the US occupation and also engage in preemptive self-defense.

In the January 31 interview with the Wall Street Journal, Asad was still advancing a version of this argument. Acknowledging the need for some change in the state, he continued: “But at the same time you have to upgrade the society and this does not mean to upgrade it technically by upgrading qualifications. It means to open up the minds. Actually, societies during the last three decades, especially since the 1980s, have become more closed due to an increase in close-mindedness that led to extremism.” [3] In other words, Arab societies are not ready for Western-style democracy. The choice is between stability and chaos, between superficial, state-led secularism and a fundamentalist stone age. In his inaugural speech of June 2000, the young president had already made his position clear. “We cannot apply the democracy of others to ourselves,” he said. “Western democracy, for example, is the outcome of a long history that resulted in customs and traditions, which distinguish the current culture of Western societies.… We have to have our democratic experience which is special to us, which stems from our history, culture and civilization, and which is a response to the needs of our society and the requirements of our reality.”

Some Westerners have bought into the discourse prescribing a cultural path to democracy, at least when it is politically opportune to do so. Michel Kilo has expressed his frustration with French President Nicolas Sarkozy, who, during a September 2008 visit to Damascus, reiterated Asad’s notion that Syria would create a democracy of a distinct style. The intellectual says that afterward he reminded the French ambassador in Damascus that it was the French who disseminated the idea of universal human rights. Sadiq al-‘Azm, similarly, has warned against the tendency to posit a “Western human rights” that differs from “Islamic human rights” or the “Asian human rights” that Malaysia and China have tried to propagate. [4]

No Arab leader has explained why it has taken so long for his allegedly immature people to learn the ropes of democracy. It grows harder and harder to explain, since the reigns of some autocrats have lasted over 30 years, as in the Yemeni case. Even the ten-plus years of Bashar al-Asad’s rule in Syria have apparently not been enough time to pursue incremental change and build institutions without compromising on security, foreign policy restraints and other Syrian particularities. Now the window of opportunity may have closed.

Sparks Igniting

The movements in Tunisia, Egypt, Syria and other Arab states have proven four postulates. First, the aspirations of peoples are indeed universal. As peoples in other parts of the world have done, Arabs have revolted against poverty, social injustice, corruption, censorship, police intimidation, disrespect for the rule of law and lack of individual opportunity. The calls for accountability, freedom and political pluralism in the Arab world have no cultural or religious coloring and are very much compatible with demands elsewhere. Second, the protesters are articulating these grievances without any foreign impetus, save the urge to emulate the achievements of fellow Arabs. The revolts are homegrown.

Third, the civility, creativity, peacefulness, communitarian spirit and social, religious and ethnic solidarity during the protests have shown in a remarkable way that, whatever their rulers say, Arabs are indeed mature enough for democracy. The militarization of some movements, as in Libya, has to be considered separately from the origin of the protests. Fourth, the carriers of revolution come from many strata of society, including the educated, but politically muzzled middle class that is exposed to economic shocks and fears of socio-economic decline. Most of the protesters in the Tahrir Squares of the Arab world are not inspired, and apparently not very impressed, by the slogan “Islam is the solution.” The Arab peoples, as Rashid Khalidi points out, have reasserted their dignity by refuting the patronizing attitudes of kings and presidents-for-life. [5] Today’s revolutions, Khalidi continues, are not the first democratic ones in the Arab world but the first directed against Arab, rather than colonial, rulers.

A new Arab nationalism of a civil nature has begun to crystallize around the demonstrations. Egyptians have placed photos on Facebook showing themselves holding up ink-colored fingers as proof of their participation in the March 19 referendum on constitutional amendments in advance of the free elections that are scheduled for the fall. Others uploaded a new status message: “Proud to be an Egyptian.” Still other Facebook pages display the crescent and the cross -- the twin religious symbols of the protests in Cairo and, now, Damascus.

The calls for dignity, participation, accountability and freedom will put Syria’s neighbors to the test as well. The Turkish government of Prime Minister Recep Tayyip Erdoğan is close to Syria in the fields of security, foreign policy, economy and tourism. Both sides speak of “family ties.” Joint meetings of the countries’ cabinets have become routine. At the same time, Turkey is seen as a model by many Arab opposition forces that seek to build democracy in majority-Muslim societies. Erdoğan has emerged as a sharp critic of Israeli human rights violations but also of Arab despots, whom he has urged to pursue reforms, most vocally in the case of Husni Mubarak of Egypt. The Syrian crisis will test the commitments of Erdoğan and his government. Can he uphold a democratic agenda while supporting a deeply troubled, undemocratic Asad regime?

On another front, Israel may ironically turn out the actor that most sincerely hopes for a continuation of the Asad regime. Syria has been an enemy of Israel, but a stable and reliable one. The Asad regime has retained sufficient influence over Hizballah to persuade the Lebanese Shi‘i Islamist party, if need be, to exercise restraint on Israel’s northern border. With the developing unrest inside Syria, however, all bets are off. The lowest-order question is whether a weakened Baathist regime in Damascus will still be able to negotiate a peace with Israel (that is, if either side really wants it). From there, the questions for Israel only grow more difficult. If the regime is replaced by parties unknown, nostalgia for the Baathist era could soon set in among the upper echelons in Tel Aviv and Jerusalem. The status quo, for all its irritations, has often been convenient: Whatever their outcome, the Arab revolts have already eroded Israel’s ability to stake claims on Western sympathies by calling itself the only democracy in the Middle East.

The West has a strong interest in stability in Syria, too. In January, President Barack Obama decided to bypass Congress and send the first US ambassador to Damascus in five years -- just in time, as it turned out. Western politicians once again face a precarious balance between their stated values and pragmatic interests, the latter of which include the protection of Israel. The interest in stability on Israel’s northern flank goes a long way toward explaining the US stance as the upheavals in Syria broke out. Speaking on the CBS program “Face the Nation” on March 26, Secretary of State Hillary Clinton pointedly declined to condemn the repression in the harsh terms used in the Libyan case, much less entertain talk of intervention. An international consensus behind such measures “is not going to happen,” Clinton said. She continued, “There’s a different leader in Syria now. Many of the members of Congress from both parties who have gone to Syria in recent months have said they believe he’s a reformer.” Subsequent US statements have been stronger, but the tone remains dramatically different not only from the condemnations of the Libyan regime, but also from rhetoric employed by President George W. Bush.

Against the background of demonstrations across the country, it is not shocking that the Syrian security services have approached representatives of the Civil Society Movement. The intelligence officers whose invitations to chat were once the equivalent of warning shots, if not warrants of arrest, are now asking their old “opponents” to revive their movement. But it is too late in the game.

Over the years, the Civil Society Movement has lost Clinton’s faith in Asad’s will to reform. In November 2010, when today’s events seemed a remote possibility at best, Michel Kilo reflected upon the movement’s failures. He complained that the movement was stopped in its tracks before it was able to broaden its circle of supporters, much less engineer the foundation of parties. But, in accordance with revolutionary patterns in Europe, he said, Syria’s educated middle class had been awakened. “Once the spark ignites the younger generation, we can withdraw,” Kilo concluded. “At least we have paved the way.” [6]

Endnotes

[1] Al-Safir, March 15, 2003.
[2] Alan George, Syria: Neither Bread nor Freedom (London: Zed Books, 2003).
[3] Wall Street Journal, January 31, 2011.
[4] Interviews with Sadiq al-‘Azm, Damascus and Berlin, November 2010.
[5] Rashid Khalidi, “Preliminary Observations on the Arab Revolutions of 2011,” Jadaliyya, March 11, 2011.
[6] Interview with Michel Kilo, Damascus, November 2010.



[1] Kastedilen anladığımız kadarıyla her toplumun değil, bazı toplumların kültürlerinin demokrasiye müsait olduğunu işleyen bakış açısına göndermede bulunulmaktadır (M. K.).