Her ümmet kendi resullerini (susturmak için) yakalamaya yeltendi." (Mümin 40/5)

Terör Nedir?

Terör Bir toplumda bir grubun halkın direnişini kırmak için kaçırmadan, cinayete kadar uzanan ve amacı sindirmek, belli düşünce ve davranışları benimsetmek olan, ulusal ya da uluslar arası düzenin yasal saymadığı araç ve taktiklerin kullanıldığı (Keleş, 1996: 92-93),  yaralama, yıkma ve öldürmeye kadar varabilen (Erten, 1996: 143) bir eylem biçimi, bir savaşım doktrinidir Terörü dilimizde dehşet karşılığı olarak da kullanabiliriz. Bu terim politik söylemlerde kesin bir anlam taşımamaktadır.[1]  Çünkü terim oldukça duygusal ve hatta isterik içerikli bağlamlarda ortaya çıkmakta ve kullanımı bu bağlamlarda sürmektedir (Coady, 1996: 264). Bu kavram genellikle devlet dışı güçlerin eylemlerini ifade etmek için kullanılmaktadır. Ancak günümüzde terörün devletlere atfedilerek kullanılması gruplara ya da kişilere atfen kullanılması kadar olmasa da yaygın ve normaldir.

Avrupa ve Osmanlı tarihinden iki örnek verecek olursak, 1792-1794 yılları Fransa’sında terör, giyotin şüpheli kişilerin tutuklanmaları ve vatandaşların hayatlarının yakından denetlenmesi vb. yollarla iktidarın şiddet kullanmasını simgelemektedir (Keleş, 1996: 93). Bu tarz bir yönelimi babasının ölüm haberinden sonra Manisa’dan kendi muhafız birlikleri ile kalkıp Ceneviz gemileri ile Saray burnu’na gelen ve Amasya’dan tahta erişmeye çalışan kardeşinden önce tahta çıkan II. Selim’in elinin eriştiği her yaştaki şehzadeyi boğdurup, kardeşlerinin ölülerini Ayasofya önünde kurdurulan siyah kıl çadırlarda halka teşhir etmesi örneğinde de görebiliriz (Oskay, 1996: 189). Ancak ilginç bir şekilde bu tür uygulamalara yakın eylemler aynı güce erişemeyen gruplarca yapıldığında Noam Chomsky’inin deyimiyle onların karşısına hukuk çıkarılır. Onlar şiddete başvurduklarında anti-şiddet hukuk işlemeye başlar. Yani şiddete başvurma eleştirisinde bir statükoculuk söz konusudur (Kuyaş, 1996, 202). Aslında şiddete başvuran gruplar da devletler gibi “başka çıkar yol” görmedikleri (Coady, 1996: 275), eylemleriyle uğratıldıkları haksızlıkları, kuşatılmışlıkları, zulümleri protesto ettikleri ve hatta bunu kendi canlarını feda ederek yaptıkları ve ayrıca emperyalistlerden farklı olarak ellerinde fazla bir alternatifleri de bulunmadığı iddiasındadırlar (Kaya, 2001: 33).

Şiddete başvurma konusundaki diğer bir ilginçlik, savaş sırasında şiddete başvurmakla savaş dışı ortamlarda vuku bulan ‘asimetrik savaş’ın eşit derecede görülmemesidir. Cebir ve kuvvetin savaş kuralları çerçevesinde kullanılması şiddete başvurmak sayılmamaktadır (Dönmezer, 1996: 215). Yakın dünya tarihine bakacak olursak, müttefiklerin II. Dünya Savaşı’nda Alman şehirlerini bombalaması ve ABD’nin Nagasaki ve Hiroşima’ya nükleer bomba atması gibi olayların tek amacı savaşa katılmayan kişilerin öldürülmesidir (Coady, 1996: 268) ancak aslolan devletlerin menfaatleri olunca bu eylemler makul karşılanabilmektedir.

Resmî şiddet ayrıca bir misilleme yasadışı şiddete veya sözde yasadışı şiddet tehdidine karşı bir cevap olmasıyla da savunulur. Bu nedenle resmi öldürme eylemleri, devletten alınan emirler sonucu ortaya çıkmasıyla yasadışı şiddetten ayrılır ve kolektif olarak hareket eden birkaç aracı tarafından uygulanır ve birtakım yüce amaçlara hizmet etmesi bakımından da müdafaa edilir. Bu ayırıcı özellikler resmî şiddeti meşru kılan temellerdir. Yetkililer tarafından öldürülen insan sayısının, ayaklananlar tarafından öldürülen insan sayısından kat kat fazla olmasına rağmen resmî şiddete gösterilen hoşgörü, halkın şiddet eylemcisi olarak devleti değil, ayaklananları görmesinden de kaynaklanmaktadır. Kamuoyu desteği resmî şiddeti desteklemektedir. Ancak resmî şiddet eylemleri bir devletin kendi sınırları içinde kabul görür. Dışarıda ise onay almaz. (Archer, 1996: 238-239).

1970’lerin sonu ve özellikle 1980’li yıllarla birlikte devlet ve kurulu düzenler şiddet eylemlerine başvuran, silahlı bir mücadele yürüttüklerini söyleyen hareketleri, ideolojilerine göre ayırmayı bir yana bırakarak, aynı kategoride, terörist hareket adı atında tanımlamaya başladılar. Bunların eylemlerini gerekçelendirdikleri ideolojilerin ikincil bir değer taşıdığı bir terörizm akımının uzantıları, tezahürleri olarak görülmeleri gerektiğini öne süren bir yaklaşım geliştirildi ve geniş ölçüde de benimsetildi. Bu terminolojiye geçiş basit bir adlandırma değişikliği değildir. Çünkü ilkin, bir hareketin öncelikle ideolojisiyle tanımlandığı geçmişte, kullandığı şiddet ve silahlı yöntemlerin siyasal bir amaca hizmet ettiği, iktidarı ve devleti ele geçirme hedefine matuf olduğu kabul edilirdi. Yeni terminolojiyse böylesi bir amacın ya zaten olmadığı ya da ciddiye alınır bir değer taşımadığını varsaymakta veya ima etmektedir. Amaç bizatihi eylemin kendisidir ve terör olmak vasfıyla da yaratacağı korku, yıldırma ve dehşet duygusuyla hareket sahipleri, tatmin olmaktadır (Laçiner, 1996: 257).

Görüldüğü gibi terörü net bir şekilde tanımlamak oldukça zordur. Devletler veya örgütler birbirlerini teröristlikle suçlamakta ancak bunda gücü ve medyayı elinde bulunduranlar başarılı olmaktadır. Acaba Kur'an insanları korkutmak ve sindirmek yoluyla onlar üzerinde otorite kurmak amaçlı çaba içine girmiş olan idarecilerden ve onların eylemlerinden bahseder mi? Yukarıda şiddet kullanımına dair naklettiğimiz unsurlar Kur'an-ı Kerim’in bahsettiği toplumların önde gelen kimselerin tavırlarında da mevcut mudur? Şimdi bu soruların cevaplarını arayalım.

Kur'an, korkuyu ifade etmek için  خ-و-ف kök harflerinden oluşan havf kelimesini kullanır.[2] 124 yerde geçen bu kökten gelen isim ve fiillerin yarıya yakını dünyevî korku ve kaygıları, diğerleri ise Allah korkusu, azap korkusu, ahiret kaygısı, günah işleme kaygısı gibi dini kaygıları ifade etmektedir. Bunların yanında şeytanın da dostlarını korkutması ifade edilirken yine aynı kelime kullanılır (Âlu İmran 3/175). Kur'an-ı Kerim’de bu kavram ile aynı veya yakın anlamlı olarak haşyet, işfâk, rehbet, vecel,takva, kelimeleri de mevcuttur. Kur'an’a göre, korkutma fiilinin öznesi Allah, inkârcı kimse veya mümin bir zat  olabilir. Havf her ne kadar sufî literatür içinde ele alınsa da (Kara, 1997), biz bu kavramın ve yukarıda zikrettiğimiz yakın anlamlı kelimelerin kastedilen tüm anlamlarını ele almayacağız. Amacımız, Kur'an’da kendisinden olumsuz olarak bahsedilen iktidar sahibi ya da toplumun önde gelen kişileri tarafından, gündemi belirlemek, itaati pekiştirmek, risaleti engellemek vb. amaçlarla korkunun nasıl kullanıldığını ve bu çabalara yönelik müminlerin nasıl bir tavra sahip olmaları gerektiğini –kısmen de olsa- ortaya koymaya çalışacağız. Konuyu işlerken 9 kişilik çete lideri tarafından organize edilen Hz. Salih’e yönelik suikast girişiminin, Hz. İbrahim’in ateşe atılmasının, Ashab-ı Uhdud’un inananları ateşe atıp yakmasının ve yine Mekke oligarşisi tarafından planlanan Rasulullah (s)’a yönelik suikast girişiminin bu konuya tekabül ettiğini gördük. Ancak bir yazının sınırlarını aşacağı için bir örnek üzerinde yoğunlaşmayı yani Firavun dönemini işlemeyi tercih ettik.

 

Eski Mısır’da Devlet Terörü

Kur'an’da otoritenin korkutmalarına maruz kalma açısından belki de en bariz kişi Hz. Musa’dır. Daha doğumundan itibaren yetkeyi elinde bulunduranların terörüyle karşı karşıya kalmış ancak ilk aşamada doğal olarak annesi bu terörden daha fazla etkilenmiştir. Çünkü kendisi zayıf düşürülenlerin “erkek çocuklarının öldürülmesi” talimatını veren bir devlet başkanının otoritesi altında yaşamakta ve oğlu Musa için endişelenmektedir: “O esnada Musa'nın annesine, ‘Onu emzir, kendisine zarar geleceğinden kaygılandığında onu suya bırakıver, hiç korkup kaygılanma çünkü biz onu tekrar sana vereceğiz ve onu peygamberlerden biri yapacağız.’ diye bildirdik.” (Kasas 28/7). Yani, “Onun ölmesinden dolayı korkma, ondan ayrılman nedeniyle hüzne kapılma (Râzî, 1997: VIII, 579). Ama başına bir şey gelmesinden endişelendiğin, korktuğun zaman, bir sandık içine koy ve suya bırak. Korkma üzülme.” Allah’ın gözetiminde olduktan sonra artık hiçbir şeyden korkulmaz. Korkular bu ilahî elin kontrolündeki bölgeye yaklaşamaz. Bu el ateşi serin ve yakmaz hale getirir. Denizi bir sığınağa bir yatağa dönüştürür. Ne zorba, azgın Firavun[3] ne de yeryüzünün diğer tağutları bu emniyeti sarsabilir. "Biz onu tekrar sana vereceğiz. Şu halde onun hayatından endişelenmeye, uzaklığından dolayı üzülmeye gerek yok.” Ne yapacağını, korkudan titreyen, endişeli ve kederli ama arada güven veren, rahatlatan, geleceğe ilişkin bir müjde içeren bir ilham alan bir annenin sahnesi... (S. Kutub, 1991: VIII, 75). O dönemin hakim gücü olan Firavun’un terörü Hz. Musa’nın kılına dokunamadı, bu korkular ona hiçbir zarar veremedi.

Korku devletinin zulmü peygamberleri de etkileyecek düzeydedir: “(Musa ile Harun) ‘Rabbimiz! Onun bize taşkınlık yapmasından veya azgınlığını artırmasından korkarız.’ dediler. Allah buyurdu ki: Korkmayın, zira ben sizinle beraberim, işitir ve görürüm." (Taha 20/45-46). Yani, “Onu davet etmemizi emrettiğin şeye çağırdığımızda onun bizi hemen cezalandırmasından (Taberî, 1995: IX/2, 213), bizi sürgün ederek ya da haksız yere öldürerek Senin mesajını gereği gibi duyurmamıza engel olmasından korkarız.” (Esed, 2000: 629). Âyetteki Taşkınlık diye çevirdiğimiz (يَفْرُطَ) ifadesi ilk aşamada hemen yapılan kötülük anlamına gelir. Yine ayette geçen ve azgınlık şeklinde tercüme ettiğimiz (يَطْغَى) ise taşkınlıktan da işkenceden de daha geniş kapsamlı bir kavramdır. O günlerin zorba Firavun’u bu kötülüklerin herhangi birini ya da her ikisini birlikte yapmaktan çekinmeyecek derecede azıtmış gaddar bir kimseydi. Yüce Allah hemen Hz. Musa ve Harun’a, "Ben sizin yanınızdayım. Ben ki, güçlü, kahredici, yüce ve uluyum. Ben ki, kullarımın üzerinde ezici bir egemenliğe sahibim. Ben ki bütün evreni, canlıları, fertleri ve nesneleri sadece bir "ol" direktifi ile yaratanım. İşte bu sıfatlarımla sizin yanınızdayım.” dedi.. Aslında bu kısa ve kesin güvence yeterlidir (S. Kutub, 1991: VII, 210-211).

Hz. Musa’nın zihninde gelecek net değildi. Çünkü Firavun’un adamlarından birisi onun tarafından öldürülmüştü (Ali, 1983: 1012): Musa dedi ki: Rabbim! Ben onlardan birini öldürmüştüm, beni öldürmelerinden korkuyorum. Kardeşim Harun'un dili benimkinden daha düzgündür. Onu da beni doğrulayan bir yardımcı olarak benimle birlikte gönder. Zira bana yalancılık ithamında bulunmalarından endişe ediyorum." (Kasas 28/33-34). Hz. Musa’nın korkması onun Firavun’a tebliğ için gitmeye tereddüt göstermesi değil, mesajı iletmeden önce tutuklanmama (Mevdudi, 1986: IV, 158) ve kendisine verilen görevi yerine getirememe arzusuydu (Esed, 2000: 788). Niyeti, korktuğu şeyler başına gelecek olsa bile, davanın süreceğinden, hedefine varacağından emin olmaktı. Hiç kuşkusuz bu, Musa gibi güçlü ve güvenilir bir kişiye yakışır bir titizliktir. Harun daha açık ve daha anlaşılır bir konuşma tarzına sahipti. Bu yüzden davayı daha iyi yayabilirdi. Hz. Musa davasını güçlendirecek ve eğer öldürülecek olursa kendisinden sonra davayı yürütecek bir yardımcıya ihtiyaç duyuyordu (S. Kutub, 1991: VIII, 98). Hz. Musa için diğer bir endişesi de sözlerini dikkate almamaları ihtimalinin yanında bir de yardımcısı olmazsa onu yalanlamaları olasılığıydı (Kurtubî, 1995: VII/1, 263).

Her dönemde olduğu gibi büyücüler, Hz. Musa döneminde de insanları el çabukluğu ve göz boyamayla etkileyerek beşer cinsinde mevcut olan korku duygusunu harekete geçirmek istemişlerdi. Hünerlerini Firavun’un talebini karşılamak ve maddî çıkar temini için sergilediler: “Musa, ‘Siz atın.’ dedi. Atacaklarını atınca herkesin gözünü büyülediler ve onları dehşete düşürdüler. Doğrusu büyük bir sihir gösterdiler.” (Araf 7/116). Ne zaman ki, onlar atacaklarını ortaya koydular, insanların gözlerini büyülediler, aslı olmadık türlü hayaller gösterdiler ve halk gördüğü karşısında büyük dehşete kapıldı. Rivayet olunduğuna göre, iri iri halatları, uzun uzun sırıkları ve sopaları ortaya atıp bütün vadiyi sanki birbirine binmiş yılanlarla doluymuş gibi müthiş bir manzara içinde gösterdiler. Ağaçtan ve deriden yapılmış birtakım iplerin ve sopaların içlerine özel olarak doldurulmuş civa, yerin ve güneşin ısısıyla ısındıkça bunlar oynayıp kıvrılarak hareket ediyorlar ve ortada korkunç birçok yılan dolaşıyormuş gibi gösteriyorlardı (Yazır, 1979: IV, 2233-2234). Bu dünyada büyücülerin hilelerinin insanları etkilemesi olağan bir şeydi fakat Musa asâsını atınca illüzyon bozulmuş ve sahtekârlık ortaya çıkmıştı (Ali, 1983: 374).

Kur'an-ı Kerim Firavun’un estirdiği terörün belki de en önemli tezahürünün çocuk katli şeklinde olduğunu ve bu kampanyanın iki dönemde uygulandığını üç ayette ifade eder: Birinci kampanya Hz. Musa’nın doğumu döneminde gerçekleştirilmişti ve onu öldürme amaçlıydı: “Çünkü Firavun, (Mısır) toprağında gerçekten azmış, halkını parça parça etmişti. Onlardan bir zümreyi güçsüz buluyor, bunların oğullarını boğazlıyor, kızlarını ise sağ bırakıyordu. Belli ki o bozgunculardandı.” (Kasas 28/4). Bu ayette güçsüz bulduğu ve oğullarını boğazladığı kimselerin hangi milletler olduğu net değildir. İkinci kampanya ise Hz. Musa’nın Mısır’a dönmesi ve sihirbazları yenerek onların Hz. Musa’nın dinine girmelerinden bir müddet sonra ileri gelenlerin kışkırtmalarıyla gerçekleşti: “Firavun kavminin ileri gelenleri dediler ki: ‘Seni ve ilâhlarını terk etsinler de yeryüzünde fesat çıkarsınlar diye mi Musa'yı ve kavmini serbest bırakacaksın?’ Firavun da dedi ki: ‘Onların oğullarını öldüreceğiz, kızlarını sağ bırakacağız ve onlar üzerinde kahredici bir üstünlüğe sahibiz.” (Araf 7/127).  Bu kampanyada iman edenleri ve İsrail oğullarının tümünü kapsamaktadır. Konuyla ilgili üçüncü âyet de şudur: “Bunun üzerine Musa, kendilerine tarafımızdan hakkı getirince de, "Onunla beraber iman etmiş olanların oğullarını öldürün, kadınlarını diri tutun." dediler. Fakat o kâfirlerin tuzağı da hep boşa çıkmaktadır.” (Mümin 40/25). Burada da salt iman edenler kastedilmektedir ve bu öldürmenin Hz. Musa’nın doğduğu yıllardakinden farklı olduğu açıktır (Râzî, 1997: IX, 506). Çünkü artık Hz. Musa kendisine verilen mucizeleri göstermiş ve risalete destek veren ve karşı çıkanların safları ortaya çıkmıştır.

Hz. Musa'nın mucizeleri karşısında Firavun'un istibdadı, baskısı kırılmış, dilediğini yapamaz olmuş ve şaşırmıştı. Erkek bebekleri öldürme yasasını çıkaran Hz. Musa'yı evlat edinen önceki Firavun'du ve hâlâ da tahtındaydı. Daha önceki yasanın uygulanmasında bir süre sonra gevşeklik gösterilmiş veya zamanı geçtiği için uygulanması durdurulmuştu. Firavun'un danışmanları bu yasayı tekrar uygulamasını önerdiler. Korkutma ve sindirme amacıyla bu yasayı sadece Hz. Musa ile birlikte iman edenlere uygulamasını söylediler (S. Kutub, 1991: VIII, 622). Böylece köleliği sorgulayacak insanlar çıkmayacak, öldürülme korkusuyla kitleler mevcut düzeni koruyacak ve haline şükredecekti.

Mesele ileri gelenlerin görüşüne başvurmaktan ibaret kalmamış, bir müdahale mahiyetini almıştı. Bu nedenle Firavun hiddetlendi: “Bırakın beni!  Öldüreyim Musa'yı da o Rabbine dua etsin. Çünkü ben onun, dininizi değiştirmesinden veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmasından korkuyorum. dedi.” (Mümin 40/26). Firavun’un Bırakın beni!’ şeklindeki öfkesinden anlıyoruz ki, onun bu görüşüne aykırı ve ona engel olan görüşler vardı. Mesela şöyle deniyordu: “Musa'yı öldürmek problemi çözmez. Zira böyle bir uygulama halk kitlelerinin onu kutsamasına ve şehit saymasına neden olabilir. Ona ve getirdiği dine karşı onların duygusal bilinçlenmelerine yol açabilir. Özellikle Hz. Musa'nın mesajının etkisini kırmak ve milleti ondan soğutmak için getirilen büyücülerin kalabalık bir halk kitlesinin huzurunda iman etmelerinden ve inanmalarının sebeplerini açıklamalarından sonra böyle bir işe kalkışmak fayda yerine zarar getirebilir... Kralın bazı danışmanlarının içinde şöyle bir korku da kendisini hissettirebilir: Eğer Firavun böyle bir işe kalkışırsa Hz. Musa'nın ilahı ondan intikamını alır. Kendilerini de cezalandırır.” Onların Musa’nın Rabbinden korkmuş olmaları da, uzak bir ihtimal sayılmaz. Zira onlar putperest insanlardı. İlahların çokluğuna inanıyorlardı. Bu insanlar Hz. Musa'nın bir ilahı olduğunu ve O'na saldıranları cezalandıracağını, rahatlıkla düşünebilirlerdi. Bu durumda Firavun'un, " Bırakın beni!  Öldüreyim Musa'yı da o Rabbine dua etsin." sözü bu yaklaşıma bir cevap niteliği kazanır. Firavun'un bu çirkin sözü zorbalığından ve azgınlığından söylemiş olması da uzak bir ihtimal değildir.

Firavun, şaşkınlığından saçma sapan konuşuyordu. Bir taraftan o Rabbine dua etsin diye Allah'ı inkâr etmek veya hafife almak istiyor, bir taraftan da dininizi değiştirecek diye mevcut dine bağlılık gösterisinde bulunuyordu (Yazır, 1979: VI, 4154). Onun bu itirazı, her bozguncu azgının her ıslahat (iyilik) önderi için söylediği sözün aynısıdır. Bu, çirkin batılın güzel olan hakkın karşısında söylediği sözün kendisidir. Bu söz, imanın sakin ve masum olan yüzüne karşı kuşkular uyandırmak isteyen çirkin ve aldatıcı sözün kendisidir. Bu her zaman aynı olan bir mantıktır (S. Kutub, 1991:  VIII, 623). Hak ile batıl, iman ile küfür, iyilik ile azgın nerede ve ne zaman karşı karşıya gelmişse, onca yer ve zaman farklılığına rağmen değişmeyen bir anlayıştır. Aslında Firavun’un korkusu Mısır’daki siyaset, kültür, medeniyet, ekonomi ve sistemin değişmesiydi. Firavun her politikacı gibi iktidarının elinden gideceği vurgusunu yapmak yerine, “Sizi düşünüyorum. İktidarımdan mahrum kalırsanız çok kötü durumlara düşersiniz. Bu yüzden Musa’nın öldürülmesi gerekir. O bir vatan-millet düşmanıdır.” demişti. Hz. Musa bu tehdide kulak asmamış ve korkmamıştı (Mevdudi, 1986: V, 139). Zaten gücü elinde bulunduranlar kendilerini sevimli gösteren bir ideolojinin gelişmesini teşvik ederken, tahakküm ettiklerinin gözle görülür şekilde nefret edilecek kimseler olduğu imgesi yaratırlar (Erten, 1996: 158). Firavun’un Hz. Musa’yı öldürmeye yeltenmesi diğerlerinin ibret alması ve mevcut düzenin muhafazası niyetini de taşımaktadır.

Ancak Hz. Musa’nın annesi örneğinde olduğu gibi, tüm İsrail oğullarının despot yönetimin terörüne karşı aynı oranda metanet gösterdiğini söyleyemeyiz: “Firavun ve adamlarının kendilerine kötülük yapması korkusundan dolayı Musa'ya kendi kavminin genç bir kuşağından başka kimse iman etmedi. Çünkü orada Firavun gerçekten yeryüzünde büyüklenen bir zorbaydı ve ölçüyü taşıranlardandı.” (Yunus 10/83). İsrail oğullarının çoğu korku nedeniyle imanlarını gizlemesine rağmen küçük bir grup imanını açığa vurdu (Esed, 2000: 411). Korku, İsrail oğullarının Hz. Musa’ya icabetini engellerken, bu kavmin genç olanlarının iman etmesine engel olamadı (Zemahşerî, 1995: II, 350). Gençlerin ana babaları dünyevî çıkarlarını ve hayatlarını tehlikeye atma cesareti gösteremediği gibi onları da kolay ve rahat yolu seçmeye teşvik ederek cesaretlerini kırmaya çalışıyorlardı.[4]

İsrail oğulları Hz. Musa’ya iman etmediğinden değil, Firavun’un zulmünden korktukları için çekimser davranmışlardı. Bu korku onların manevî dejenerasyonunu gösteriyordu. Kölelik onları manen çökertmiş, içlerindeki İslâm ruhunu yok etmişti (Mevdudi, 1986: II, 330-331). Ancak Hz. Musa’nın mesajına destek verdiklerini açıklayanlar, sadece bu milletin gençliği idi. Bu gençler soydaşlarının eziyetlerinden çekiniyor ve Hz. Musa'ya bağlılıktan alıkoyarlar diye endişe ediyorlardı. Bir taraftan Firavun'dan, bir taraftan da iktidar sahipleri katında çıkar sağlayan kendi büyüklerinin nüfuzlarından, ayrıca bütün iktidar sahiplerine yaltaklık yapan ve özellikle İsrail oğullarının bu özelliğini taşıyan ayak takımının ispiyonlamasından çekiniyorlardı. Firavun ise, büyük ve geniş bir iktidara sahip otoriter bir diktatör, aşırı bir zorbaydı. İşte burada bütün korkuları bastıran, kalpleri huzura kavuşturan ve onları kendisine doğru gidilen gerçek üzerinde direnmeye sevk edecek gerçek bir imana ihtiyaç vardı (S. Kutub, 1991: V, 558-559) ve bu iman da inanmış gençlerde mevcuttu.

Firavun’un terörü o kadar şiddetliydi ki ölümünün iyice yaklaştığı ana kadar bu tavrını sürdürmekten vazgeçmedi: “Gerçekten Musa'ya şöyle vahyettik: "Kullarımı geceleyin yürüyüşe geçir. (Asânı vurarak) onlara suda[5] kuru bir yol aç; (artık Firavun tarafından) yetişilmekten korkmazsın ve (boğulmaktan) endişe de etmezsin." (Taha 20/77). Burada Hz. Musâ ya yüce Allah'ın himayesine güvenmesi gerektiği hatırlatılıyordu. Yüce Allah kendilerini kayıracağı için peşlerine düşen Firavun'un ve ordusunun onları yakalayacağından korkmamaları gerektiği gibi, önlerine kuru bir yol açmış olan denizin dalgalarından da çekinmemeleri gerekiyordu. Çünkü kendi iradesinin yansıması olan doğal kanunlara göre suyu akıtan yüce kudretin eli, istediği zaman o suyun dalgalarını yararak aralarından "kupkuru" bir yol geçirmeye de muktedirdi (S. Kutub, 1991: VII, 227).

Sonuç

 İnananlar bir dönem güçsüz, hor görülen ve örselenmekten korkan bir azınlık, başka bir zamanda da Allah’ın yardımıyla destekleyip güçlendirdiği ve temiz rızık verdiği bir topluluk olabilir. Günümüzde bu kitlenin yüce Allah'ın şu sözünde ifade ettiği ortamı fiilen yaşadığını söylemek abartılı olmasa gerektir: "Bir vakitler siz yeryüzünde güçsüzdünüz, hor görülen bir azınlıktınız. İnsanların sizi hırpalamasından korkuyordunuz." (Enfal 8/26). O halde yapılacak olan şey Allah'ın Peygamberinin (s) kendisini çağırdığı hayat bahşedecek ilkelere olumlu karşılık vermek, yüce Allah'ın Müslüman kitleye vaat ettiği ve ilk Müslüman kitlenin hayatında gerçekleştirdiği sonucu, pürüzsüz bir inanç ve bağlılıkla gözetmesi gerekmektedir Yüce Allah, kendi yolunu takip eden ve bunun gerektirdiği yükümlülüklere sabreden Müslüman kitlelere hayatında bu sonucu gerçekleştireceğini vaat etmiştir.

İşte davet konusunda Allah'ın yasası budur. Sıkıntılar mutlaka olacaktır. Üzüntüler sonucunda ümitlerin yitirildiği anlar mutlaka olacaktır. Çabaların, enerjilerin son damlasına varana dek harcandığı, artık takatin hiç kalmadığı bir noktaya mutlaka gelinecektir. İnsanların ilgisini çeken tüm görünürdeki nedenlerden ümit kesildiği anda Allah'ın yardımı yetişiverecektir. Allah'ın yardımı gelecek ve kurtuluşu hak edenleri kurtaracaktır. Onlar, artık yalanlayanların başına musallat olan mahvolma tehlikesinden kurtulacaklardır. Zorbaların onlara yönelik baskı ve sindirme girişimlerinden kurtulacaklardır. O ağır suçluları, Allah'ın şiddetli azabı yakıp kavuruverecek ve şiddetli azabı karşısında ellerinden hiçbir şey gelmeyecektir. Bu sayede yerle bir olacaklardır. Hiç kimse, hiçbir yardımcı onları Allah'ın azabına uğramaktan kurtaramayacaktır.

Müminlerin kalpleri, düşmanların gösterdiği şiddet ve uyguladığı terör karşısında, "Allah'ın hiçbir şeyden habersiz olmadığı" inancıyla sükunet bulur. Allah onların yaptıklarından da düşmanlarının yaptıklarından da haberdardır. Her iki tarafın da nasıl davrandığını iyi bilmektedir. İşte inananlar bu idrak içinde, kendilerinin ve düşmanlarının amellerini üstlerine düşeni yaparak Allah'a havale ederler.

"Gerçekten Rabbimiz Allah'tır." deyip, sonra da dosdoğru olanlara gelince onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (Ahkaf 46/13).

 

 

Kaynakça

Ahmed, İkbal, “Terörizm: Bizimki ve Onlarınki”, Haksöz, S. 129, 2001.

Ali, Yusuf, The Holy Quran, 14. bs., Aman Corp. Yay., USA, 1983.

Archer, Dane ve Gartner Rosemary, “Barış Dönemi Üzerine”, Cogito, S. 6-7, 1996.

Coady, C.A.J., “Terörün Ahlâkı”, Cogito, S. 6-7, 1996.

Doğrul, Ömer Rıza, Tanrı Buyruğu, İst., 1934.

Erten, Yavuz ve Ardalı, Cahit, “Saldırganlık, Şiddet ve Terörün Psikososyal Yapıları”, Cogito, S. 6-7, 1996.

Esed, Muhammed, Kur'an Mesajı, (çev. Cahit Koytak ve Ahmet Ertürk), İşaret Yay., İst., 2000.

Firuzâbâdî, Muhammed b. Yakub, el-Kamusu’l-Muhît, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1995.

Dönmezer, Sulhi, “Çağdaş Toplumda Şiddet ve Mafya Suçları”, Cogito, S. 6-7, 1996.

İbnu’l-Esîr, Ebu’l-Hasan İzzuddin, el-Kâmil Fi’t-Tarih, (çev. Ahmet Ağırakça ve diğerleri), 12 c., Bahar Yay., İst., 1985.

Kara, Mustafa, “Havf”, İslam Ansiklopedisi, TDV, Yay., İst., 1997.

Kaya, Rıdvan, “Çirkin Amerikalı Tüm Çirkinliğiyle”, Haksöz, S. 128, 2001.

Keleş, Ruşen, Artun Ünsal, “Kent ve Siyasal Şiddet”, Cogito, S. 6-7, 1996.

Kuyaş, Ahmet, “Tarihçi Gözüyle ‘Şiddetin Tarihi’ Üzerine Bir Söyleşi”, Cogito, S. 6-7, 1996.  

Kutub, Seyyid, Fî Zilâli’l-Kur'an, (çev. Mehmet Yolcu ve diğerleri), 10 c., Dünya Yay., İst., 1991.

Laçiner, Ömer, “Bir Modern Çağ Pratiği Olarak Terör”, Cogito, S. 6-7, 1996.  

Mevdudî, Ebu’l A’lâ,, Tefhîmu’l-Kur’an, (çev. Muhammed Han Kayani ve diğerleri), 7 c., İnsan Yay., İst., 1986.

Oskay, Ünsal, “Efendi/Köle İlişkisi Açısından Şiddet ve Görünümleri Üzerine”, Cogito, S. 6-7, 1996.

Râzî, Fahruddin, et-Tefsîru’l-Kebir, 2. bs., 11 c., Daru İhyai Turasi'l-Arab, Beyrut, 1997.

Taberî, Muhammed bin Cerir, Câmiu'l-Beyan an Te’vîli Âyi’l-Kur'an, 15 c., Daru'l Fikr, Beyrut, 1995.

Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kuran Dili, 10 c., Eser Neşr., İst., 1979.

Zemahşerî, Mahmud b. Ömer, el-Keşşâf an Hakâiki Ğavamidi’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvil fî Vucûhi’t-Te’vil,  4 c., Daru’l-Kütübi’l-İlmiye, Beyrut, 1995.



 



[1] Sözgelimi, 1985’te ABD Başkanı Ronald Reagan Beyaz Saray’da bir grup sakallı adamı kabul etmişti. Sert bakışları, sakalları, geleneksel kıyafetleri içindeki bu insanlarla görüşmesinin ardından şunları söylemişti: “Bunlar Amerika’yı kuran atalarımızla eşdeğer insanlardır.” Bunlar dediği kimseler Sovyetler Birliği ile savaşan Afgan Mücahitleriydi (Ahmed : 2001, 17). Ancak zaman değişti o günün mücahitleri şimdinin teröristleri oldu. Bunlardan birisi olan ve düne kadar ülkesi için mücadele eden ve BM'nin tanıdığı Afganistan hükümetinin başbakanı Gulbeddin Hikmetyar da başbakan R.T. Erdoğan  imzalı olan 2003/5426 sayılı ve 28/3/2003 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla terörist listesine eklenmiştir. 

[2] خ-و-ف kök harflerinden oluşan havf  öldürme, çarpışma (Firuzâbâdî, 1995: 728) ölüm (Taberî, 1995: XI/3, 169) ve eksiltme (Firuzâbâdî, 1995: 728; Zemahşerî, 1995: II, 584) anlamlarına gelir.

[3] Firavun, özel isim değil, eski Mısır krallarına verilen bir unvandır. İbn’ul-Esir, Hz. Musa’nın mücadele ettiği ve firavunların en azgını olanının adının Kabus b. Musab olduğunu söyler (İbnu’l-Esîr, 1985: I, 156).

[4] Hz. Peygamber döneminde de genç müminler ağırlıklıydı. İlk Müslümanlar arasında yer alan Hz. Ali, Cafer-i Tayyar, Zübeyr, Talha, Sa’d b. Ebi Vakkas, Musab b. Umeyr 20 yaşın altındaydı (Mevdudi, 1986: II, 331).

[5] Bu ayetin orijinalinde geçen ve bol su anlamına (الْبَحْرِ) kelimesi ile Kasas 28/7’de kullanılan (الْيَمِّ) kelimesi aynı anlama gelir (Firuzâbâdî, 1995: 312, 1057). Her iki kelime de deniz için kullanılabileceği gibi Nil nehri gibi büyük ırmaklar için de kullanmaya müsaittir.

Yazı Künyesi! Kayacan, Murat, "Devlet ve Terör", Haksöz Dergisi - Sayı: 153 - Aralık 03.