Sâmî dillerde "çöl" mânasına gelen arab  kelimesi eski devirlerde çölde, milâttan sonraki dönemlerde ise şehirde yaşayan Araplar için de kullanılmaya başlanmıştır (Fayda, V: 312). Acemin karşılığı olarak da kullanılmakta olan kelimeden türeyen mütearribe ve müstağribe lafızları da sonradan Araplaşan toplulukları ifade etmektedir (Firuzâbâdî, 105). Bu çalışmada a’rab kelimesinin anlam çerçevesini, Ahmet Baydar tarafından kaleme alınan İktidar ve Kader adlı eseri merkeze alarak ortaya koymaya çalışacağız.

Baydar, Türkçe’ye Bedevi olarak çevrilen A’rab kelimesinin gerçekte ne anlama geldiğini izah sadedinde vahyin insanları; ırklarına, kabilelerine ve nispetlerine göre değerlendirmediğini, bizzat kendilerine, zati değerlerine baktığını, muhataplarını uyarıya hazır olma, kapalı olma ve uyarıya karşı mutedil olma durumlarına göre sınıflandırdığını ifade etmektedir (Baydar, 29). Ona göre, bütün insanların aynı asıldan çoğaldıklarını, kimsenin başka birisinin ameliyle üstünlük elde edemeyeceğini söyleyen Allah; hiçbir zaman, müspet veya menfi değer atfetmeden, hiçbir ırkı övmüş ya da kötülemiş olamaz. Dolayısıyla, su ve bitki peşinde koşan göçebeleri, salt gezgin bir hayat sürdükleri için kınamamaktadır. “A’rab”tan kasıt davet karşında asabiyete sarılan medeni-bedevi bütün Araplardır. Onlar, başlangıçta kan bağına, soy birliğine, ataların adet ve törelerine itimat ederek sonuna kadar direnen, sonra “İbrahim milleti”ne karşı imha planları uygulayan, daha sonra da teslim olmaya mecbur kalanlardır. A’rab, tarihsel konum itibarıyla aynı vezinde olan “Ashab”ın zıddıdır. Muhacirlere karşı davranışlarında “Ensar”dan olmayanlardandır. Doğrusu, Hz. Muhammed (s)’in ashabı olma şerefine yükselmemiş olan kimseleri, asabiyet olgusundan ve “Arap kardeşliği”nden başka birleştiren bir şey yoktur (Baydar, 48).

Bu yaklaşımın haklı yönleri olmakla birlikte şu sorulara cevap verici nitelikte görünmemektedir: Acaba kavmî kimlikleriyle muhatap alınmak isteyen topluluklarla bir arada yaşamanın zorunlu olduğu durumlarda, bu talepleri geri mi çevrilecektir? Yoksa kendilerini öyle tanımladıkları için onların kendilerine uygun buldukları hukuk mu dikkate alınacaktır?

Baydar: “Kur’an’da A’rab kelimesinin içeriğinin ele alındığı bölümde “Her kim hicret etmişse (Muhacir olmuşsa) veya onlara yardıma katılmışsa (Ensar’dan olmuşsa) onun sahabeden sayılma konusunda şerefi tamamlanmıştır. Ama kimin de önceki durumu devam etmişse, önceki ismi de devam etmiştir. Onlar da A’rab’tır.” demektedir. Yine yazara göre Kur'an; muhataplarına, atalar yolu ile Allah’ın yolu seçeneklerini sunmuştur. Bu da “Araplık akrabalığı”nda kalmak ya da “iman akrabalığı”nda olmak anlamına gelmektedir (Baydar, 44-45). Burada Baydar, A’rab ifadesini cahili değerlerini muhafaza eden, ancak Müslüman olmayı reddeden, yeni kimlik olarak İslâm’ı benimsemeyi kabul etmeyen kimseler olarak anlamaktadır. Yoksa kötü davranışlarıyla eleştirilen kimseler “bedevi” bir hayat tarzı sürdükleri için eleştiriliyor değillerdir. Çünkü müspet ve menfi görülen bazı şeyler Medenilerden bazıları için de söz konusudur. Görüldüğü kadarıyla Baydar, kavmiyetçiliğin İslâm’ın insanlardan uzak tuttuğu kanaatindedir. Müslüman olan ait olduğu ırka vurgu yapmayı bırakmaktadır. İslâm’ın sorun ettiği insanların yanlış inanç ve tutumlarıdır yoksa insanların köy veya kent hayatı yaşıyor olmaları değildir.

Yazar sanki iman eden toplulukların zamanla, etnik yönünü “yok hükmünde” görmeleri gerektiğini öngörmektedir. Halbuki Allah farklı farklı kavimlerin varlığını bir vakıa olarak takdim etmektedir: “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır. A’rab: "İnandık" dedi. De ki: Siz iman etmediniz, ama "Boyun eğdik" deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah'a ve elçisine itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Hucurat, 49: 13-14). (49). Yani kınanan şey; bireylerin ve/veya toplumların ırklarını kutsamaları, üst değer olarak takdim etmeleri, dine toplumsal hayatta yer vermemeleri ya da kısmen hayat hakkı tanımalarıdır.

Baydar, köylü (bedevi), kentli (medeni) ayrımının Kur'an’ın konu edinmediğini ileri sürerken Tevbe suresindeki bir pasaja (Tevbe, 9: 70-90) göndermede bulunmaktadır. Kur'an-ı Kerim, Tebük Seferi hazırlıkları esnasında Medine’de nifak çıkaranlardan da “a’rab” diye söz etmektedir. Onlar da bedevi değillerdir. kastedilen “Teslim” olmasına rağmen, İslâm düşmanlığı bir türlü bitmeyen Abdullah b. Ubey’dir.  O da Hazrec kabilesi reisidir ve sözde “Medeni”dir (Baydar, 47). Yazar bu yorumlarıyla Medine’de nifak çıkaran münafıkları ve A’rab’ı eşitlemektedir. Halbuki ayetlerde; hem münafıkların hem de bedevilerin aynı anda Medine’de mevcudiyetinden söz edilmektedir.

Hicretin dokuzuncu yılında Hıristiyan Araplar, Rumların desteğini alarak Medine’ye saldırmayı planlar. Hz. Peygamber, onlara karşı büyük bir kuvvet hazırlar. Ancak Mekke’nin fethinden sonra “teslim” olanlardan imanı zayıf olanlar, münafıklar ve bazı isteksizler çeşitli bahanelerle sefere katılmak istemez; mazeret bildirir ya da ağır davranırlar. İşte bunun üzerine Tevbe suresindeki çeşitli pasajlar nazil olur. Tam altı defa tekrar edilen “a’rab” kelimesi ile kınananlar bu zayıf karakterlilerdir. Baydar’a göre bu sefer de Araplara karşı hazırlanmıştır (Baydar, 47). Yazar, tezini kanıtlamak için söylediği bu seferin Araplara karşı olduğu ifadesi tarihi verilerle kısmen uyuşmaktadır. Çünkü Tebük seferi, Hıristiyanlaşmış Araplarla birlikte Bizans İmparatoru Heraklius'un Müslümanlara savaş açacağı haberinin alınması üzerine Hz. Muhammed (s) ve ashabı tarafından gerçekleştirilmiş (İbnu’l-Esîr, II: 256) ancak Tebük’te bir süre bekleyen Hz. Peygamber (s) bir ordu ile karşısına çıkamayan Bizans İmparatorluğu’na, elçisiyle bir mektup göndererek İmparatoru İslâm’ı kabul etmeye çağırmıştır (Önkal, I: 343).

Baydar, Kur'an’ın bütün bu anlatım ve niteleme üslubunu, dönemin asabiyet aysbergi üzerine koyduğumuzda; “a’rab” kelimesinin, Peygamber’e teslim olmakla birlikte, henüz Allah’a teslim olamadığı, iman marifetine yükselemediği, asabiyet bağından azade olamadığı, hanif millet şuuruna eremediği için, kendi soydaşına karşı savaşmak istemeyen nifak karakterli Araplar yerine kullanılmış olduğu kanaatinde olduğunu belirtmektedir (Baydar, 47-48). Bu bağlamda Baydar’a şunu sormak mümkündür: Müslüman oldukları halde kendilerinin aynı zamanda Arap olduğunu söyleyenler cahiliye izlerinden arınamamış kimseler midir yoksa doğal bir durumu mu ifade etmektedirler?
Sonuç olarak diyebiliriz ki, Baydar’ın Kur'an’da belirtilen a’rab kelimesine Arap anlamı vermesi orijinal olmakla birlikte, a’rab’ın anlamını tüm Araplara şamil kılma konusunda –ilahî adalete halel getirmeme niyetinin güzelliği bir yana- tezini sağlam temellere oturtmuş görünmemektedir. En doğrusunu Allah bilir.


Kaynakça
Baydar, Ahmet, İktidar ve Kader, Beyan Yay., İst., 2008.
Fayda, Mustafa, “Bedevi”, İsl. Ansikl., TDV Yay., İst., 1992.
Firuzâbâdî, Muhammed b. Yakub, el-Kamusu’l-Muhît, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1995.
İbnu’l-Esîr, Ebu’l-Hasan İzzuddin, el-Kâmil Fi’t-Tarih, (çev. Ahmet Ağırakça ve diğerleri), 12 c., Bahar Yay., İst., 1985.
Karmış, Orhan, “A’rab”, ”, İsl. Ansikl., TDV Yay., İst., 199
Koçyiğit, Talat, “Abdullah b. Ubey b. Selul”, İsl. Ansikl. C. 1, TDV Yay., ist., 1988.
Önkal, Ahmet, “İslâm’a Davet Metodu”, Asr-ı Saadet’te İslâm, 3 C., Beyan Yay., İst.,        2006.



Yazı Künyesi! Bu yazı Umran Dergisi’nin Mart 2009 sayısında yayınlanmıştır.