Kahramanmaraş Belediyesi ve Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi’nin ortaklaşa düzenlediği “Kur’ân Nüzûlünün Medine Dönemi Sempozyumu (10. Türkiye Tefsir Akademisyenleri Toplantısı)”, 17-19 Mayıs 2013 tarihlerinde gerçekleştirildi. Bu yazıda, sekiz tebliğin ve müzakerelerinin yer aldığı sempozyum sırasında aldığım notların bir kısmını aktarıp değerlendirmelerde bulunacağım.

Mahmut Ay’ın “Kur’an Kıssalarını Hz. Muhammed (s)’in Kıssası Paralelinde Okumak” adlı başarılı tebliğini değerlendiren Sait Şimşek, “Ayetleri günümüze inzal ettirmek gerekli. Bu, epeyce bir birikimi zorunlu kılıyor ve bunu gerçekleştirirken mezhep, cemaat, tarikat vb. merkezli hassasiyetleri geri plana itmek lazım. Ayetleri içinde yaşadığımız hayatla irtibatlandırmak isteyenlerin sathiliği, ilmî açıdan yeterli olanların da korkaklığı söz konusu. İman davası güdenler de, nefs terbiyesini merkeze alanlar da, siyaseti gündemde tutanlar da olsun. Ancak bu söylemleri ön plana çıkaranların bir araya gelmesi iyi olur.” dedi. Gerçekten de bir telakki var ki; ümmetin sorunlarını, yaşadığı safhayı dikkate almadan ideal bir İslam tasavvuru vurgulamakta. Halbuki idealler ile vakıa arasında irtibat kurmadan İslami mücadele sağlıklı bir şekilde yürütülemez. Ay, tebliğinde güzel bir şekilde, kıssalar ile Hz. Muhammed (s)’in hayatı arasındaki ilişkiye dikkat çekti. Buna, Şimşek’in işaret ettiği gibi özelde kıssalarla genelde de ayetlerin tümüyle “kendi kıssamız” arasındaki ilişkiyi de eklemeliyiz. Başka bir telakki ise reelpolitiği ön plana çıkarmakta, ayetlerde “gösterilen yolu” gözardı etmektedir. Bu iki telakki arasındaki gerginlik, “vahyin günümüze iniyormuş gibi” algılanmasıyla aşılabilir. Göründüğü kadarıyla Şimşek, farklı yönleriyle ön plana çıkan dindar çevreleri yok saymama taraftarı. Zaten yok saymak da getiriden çok götürüsü olan bir tutum. Sözgelimi, iman davasını insanların Allah’a iman etmediği Japonya’da; nefs terbiyesini İslam’ı “itaat kültürünü” adeta yok sayan tarzda yorumlayıp uygulayan çevrelerde ve siyaseti de, İslam’ı maneviyata ve ahlaka indirgeyen çevrelerde gündeme getirmek gayet fonksiyonel olabilir.

Sempozyumda bildiri sunma ya da bir bildiriyi müzakere etme dışında söz alan, 1978-1986 yılları arasında Diyanet İşleri eski başkanlığı görevini yürütmüş olan Tayyar Altıkulaç, Türkiye’deki dil eğitimindeki yetersizliğe dikkat çekerek, “Elli iki bini İngilizce öğretmeni olmak üzere yaklaşık altmış bin yabancı dil öğretmeninin yıllık toplam maliyeti iki milyar dolar ve bu masraf halkın sırtında. Yine de yeterli düzey yakalanabilmiş değil. Günümüzde üniversiteler istediklerini alabiliyorlar. Yabancı dil hocası olarak yabancı uyrukluları getirip kurumlarımıza kazandıralım. Her fakültenin yanında bir vakıf veya dernek kuralım. Genç akademisyenleri İngiltere’ye, Arap ülkelerine gönderelim. İngilizce, Arapça, Almanca vs. olmadan ilim yapılamaz.” mealinde sözler sarf etti. Altıkulaç’ın haklılık payı olmakla birlikte, istisnai olarak Türkiye’de dil eğitiminin yetersizliğinin, diğer branşlardaki başarı düzeylerine kıyasla daha belirgin olduğuna katılmıyorum. Zira Türkiye’de matematik, fizik vb. sayısal ders başarısı, İngilizce dersine göre daha düşük olmasına rağmen nedense yabancı dil (özelde İngilizce) şamaroğlanı yapılmakta. Kaçımız coğrafya dersinde gördüğümüz “debi hesabı”nı hatırlayabilir ve yapabiliriz? Permutasyon, kombinasyon hesaplarını hatırlayanların oranı, İngilizce dersinde öğrendiklerini hatırlayanlardan daha mı yüksektir? Altıkulaç’ın genç akademisyenlerin dil öğreniminin teşvikine ve vakıfların, derneklerin gündemine girmesi gerektiğine dair vurguları ise, gayet isabetli.

“Münafıkların Zihniyet Analizi (Akıl-Zekâ Ayrımı Bağlamında)” adlı tebliğini sunan Mevlüt Erten, “Akıl adil bir şekilde paylaştırılmış ancak zekâ öyle değil. Akıl zekânın zıddıdır. Münafıklar Hendek savaşında, Tebük gazvesinde pratik akıl sahibi olduklarını gösterdiler.” dedi. Bu tebliği müzakere eden Mesut OkumuşEy iman edenler, 'Raina-Bizi güt' demeyin. 'Unzurna-Bizi gözet' deyin ve dinleyin. Kafirler için acı bir azab vardır.” (Bakara, 2: 104) ayetinden yola çıkarak ifadelerin doğru seçilmesi gerektiğine vurgu yaptı. Erten’in aksine Okumuş, pratik zekânın sorun çözme yeteneği, olumlu ve iyi bir şey olduğunu; ayrıca, münafıkların pratik zekâ sahibi olduklarına dair bir ayetin de olmadığını ifade etti. Anlaşıldığı kadarıyla Erten, pratik akla “kurnazlık” anlamı yüklemekte. Ne var ki, ilk defa duyduğum bu tür bir eşleştirmeye baktığım sözlüklerde bir işaret göremedim.

İlim adamlarının Türkiye’nin dört bir yanından kalkıp bir ilde bir araya gelip, branşlarına dair bilgilerini tazelemeleri, fikir alışverişinde bulunmaları akademik camianın kendisini geliştirmesi ve yenilemesi açısından önemli. Geleceğe umutla bakmamız için elimizde çok gerekçe var.

23 Mayıs 2013 (Memleket Gazetesi)