Anlaşılıyor ki, Haziran 2011 seçimlerinin ardından, anayasa değişikliği için hummalı bir çalışma başlayacak. Bu bağlamda hukuk tarihinde önemli bir yeri olan medeni hukuk kuralları kodeksi Mecelle üzerine kaleme alınmış Refik Gür’ün “Hukuk Tarihi ve Tefekkür Bakımından Mecelle” (2. bs., Sebil Yay., İst., 1977) adlı eserini merkeze alarak değerlendirmelerde bulunalım.
Gür, Osmanlı Devleti'nde 19. Yüzyılda yetişen hukukçu Ahmed Cevdet Paşa (1823-1895) hakkında bilgi verirken onun “şiddetli hurafe tenkitçisi” olduğunu ifade etse de Yusuf Ziya Yörükan “hurafelere karşı mücadeleleriyle meşhur Vahhabiler” hakkında, Tarih-i Cevdet adlı eserinde Cevdet Paşa’nın vermiş olduğu bilgilere güvenilemeyeceğini söylemektedir: "O devirde siyasi ve coğrafi durum bakımından Necid'deki Vahhabi hareketi Osmanlı hükümetine isyan ve Medine Şeriflerine tehdit mahiyetinde idi. Bu sebeple Osmanlı müellifleri bu hareketi bâtıl bir mezhep ve kötü bir bid'at ve Peygamber düşmanlığı halinde göstermek için yayınlarda bulundular. Cevdet Paşa'nın büyük tarihinde Vehhabiler hakkında verilen bilgilere bu yüzden güvenilemez.” Halbuki bir ilim adamından beklenen Vahhabilerin siyasi tavırlarını ayrı ve hurafelere karşı tavırlarını ayrı tutan “adil bir değerlendirmede” bulunmasıdır.
Cevdet Paşa Fransız Medeni Kanununun tercümesi suretiyle girişilmesi düşünülen harekete cephe alıp Mecelle’yi tedvin fikrine yönelmiştir. Cevdet Paşa onu bazen kendi telifi olarak göstermiş, bazen de müellifliği Mecelle Cemiyeti’ne izafe etmiştir. Halk ise Mecelle’yi onun eseri olarak tanımıştır. Bu yüzden övgüler de yergiler de hep onun üzerine yoğunlaşmıştır. Halbuki onun yazarı bir kişi değil bir ekiptir.
Ali Bulaç hukuku dondurma girişimi olarak addedip, İslam Medeniyeti’nin dışında görse de Mecelle değerli bir çalışmadır ve ne yazık ki, Batıcılar tarafından rafa kaldırılmıştır. Halbuki hukuk için çıkar yol ne geçmişten sıyrılmaya, ne de mevcut durumun inkârına varır. Hukuk sahasında ifrat ile tefrit bir arada düşünülemez. Çünkü, hukuk, niteliği gereği geleneğe, kendi ıstılahıyla örf ve adete bağlıdır. Gelişimi de ondaki değişiklik ve seyir derecesine uygundur. Başka bir deyişle, toplumsal çevrenin ihtiyaç ve zaruretlerini karşılayan bir ilim olduğundan da hamleci değildir. Hukukçular da bu yönden mecburen muhafazakârdırlar. Bu sebeple hukukçulara dil uzatmak ve dolaylı olarak onları taşlamak doğru olmadığı gibi, hukuçuların dengeci ve tanzimci rollerinin toplum için ancak fayda getirdiği de açık bir hakikattir. Sosyal değişimin tabii  seyri dikkate alınmaksızın, elbise değiştirir gibi, kanun değiştirmek toplumsal yapının tabiatına ve ihtiyacına uygun düşmez. Gür’ün bu yorumlarını nakletmem, güncel anayasa çalışmaları dikkate alındığında mevcut durumun iyi olduğunu savunan hukukçulara prim verdiğim şeklinde düşünülmemelidir. Tenkit edilen, Mecelle’nin hazırlandığı dönemin (1868-1878) ardından İslam’ın temel kaynağı Kur’an’ın ve İslam Hukukunu temel alan bu metnin bir kenara konup yerine tamamen Batılı anayasaları esas alma girişimidir.
Türk Medeni Kanunu diye de adlandırılan ve yeni bir incelemeye tabi tutulması gereken Mecelle’yi terk etmek yerine onu olgunlaştırmak gerekirken, onun yerine Fransız Medeni Kanunu kadar mütekamil olmayışı otoritelerce kabul edilmiş İsviçre Medeni Kanunun tercümesi ve iktibası  tercih edilmiştir.

Türkiye’de yapılacak yeni anayasa mutlaka dinî, kültürel ve etnik olarak farklı olan kesimlerin meşru taleplerini dikkate almalıdır. Bu yapılırken -Kur'an-ı Kerim’i ve hukuk tarihinde belli bir yeri olan Mecelle’yi yok farz edip- toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan Müslümanların inanç ve yaşam tarzlarını görmezden gelmek doğuru olmaz. Çünkü böyle bir yöntem “yasa-toplum uyuşmazlığı” sonucunu doğurur.