Bugünlerde İslam-servet ilişkisi ciddi bir tartışma konusu. Acaba İslam’da servet biriktirmeye bir sınırlama getirilebilir mi? Sınırlama getirilebilse bile bu, zaman ve mekânla mahdut bir olağanüstü durum mudur? Bu bağlamda Halit Çalış’ın kaleme aldığı, “İslâm Hukukunda Servet/Mülkiyet Tahdidinin İmkânı Üzerine” (Selçuk Üniv. İlah. Derg., Bahar 2004) adlı yazıda önemli bilgiler vermekte.
Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman gibi sahâbîlerin, günün şartlarında bir orduyu tek başlarına teçhiz edebilecek kadar servete sahiptiler ve bu kadar servete sahip olduklarından kınanmadılar. Allah Rasulü (s) hayatta iken, toplumun genel gelir seviyesine göre oldukça zengin ve her biri ashâbın önde gelenlerinden olan  (Abdurrahmân b. Avf, Zübeyr b. el-Avvâm, Ebû Bekir, Osman b. Affân, Talha b. Ubeydullah) sahabiler olduğu gibi fakir (Suffe ashabı) olanlar da bulunmakta idi. Hz. Peygamber (s)’in bu farklılığı dikkate alarak “servet tahdidine” yönelik bir ikaz ya da teşebbüste bulunduğu bilinmemektedir.
Zühdü ve Allah yolunda infak hususundaki gayreti ile maruf Ebû Zer, “Ey iman edenler! Hahamlardan ve rahiplerden birçoğu insanların mallarını haksız yollardan yerler ve (insanları) Allah yolundan alıkoyarlar. Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azabı müjdele! Cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün (onlara denilir ki): İşte bu kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeylerin (azabını) tadın!" (Tevbe 9/34-35) ayetlerinden hareketle, insanın kendi ve çoluk çocuğunun geçimini sağlayacak miktardan fazla olan her şeyin, şer’an yasaklanan “kenz” kapsamına dahil bulunduğu ve infâk edilmesi gerektiği kanaatinde idi ve bunu her vesileyle dile getirirdi. Ancak bu büyük sahâbînin âyeti bu şekilde tefsir etmesi ve bu anlayışını tüm topluma teşmil etme gayreti içerisinde bulunması diğer sahâbîler tarafından kabul görmemişti. Onun Hz. Osman tarafından Rebeze’ye sürgün edilmesi (bazı aktarımlara göre kendisinin oraya gitmeyi tercih etmesi)nin büyük sosyal tepkilere yol açmayışı sahabenin “Ebû Zer’in yorumunu” genel itibarıyla esas almadığı şeklinde yorumlanabilir. Müslüman, geçimini sağlamaya yetecek miktardan fazla olan servetin Allah rızası için harcanması ve biriktirilmemesi gerektiği kanaatinde olabilir ve uygulamasını da buna göre yapabilir. Bu onun aynı zamanda kulluk bilinciyle ilgili/orantılı bir husustur. Sorun belki de bu çerçevenin içine tüm toplumu yerleştirme çabasıdır.
Diğer yandan yukarıda bahsettiğimiz gibi ilk dönem nesli arasında da oldukça zenginler ve fakirler bulunmakla birlikte, servetlerini kötüye kullanmadıkları, Allah’a, topluma ve insanlara karşı görevlerini -görevin niteliği (farz, nafile) ile kendilerini sınırlandırmadan- eksiksiz yerine getirmede oldukça ileri seviyede hassasiyet sahibi oldukları müsellemdir. Hadis, tarih ve tabakât eserleri bunun örnekleriyle doludur. O halde, üzerinde durulması gereken husus, böylesine önemli bir meseleye hukukî mesnet olma yönü tartışılır bir maslahat düşüncesinden hareketle mülkiyetin tahdidi fikrini gündeme getirmek ve bazı problemlerin çözümünü burada aramak değil, bugünün Müslümanlarının da, dinî hukukî ve ahlâkî talep ve yasaklar karşısında, ilk nesiller düzeyinde bir bilince ulaşmalarının çare ve yöntemlerini araştırmak olmalıdır.
İslâm hukuk düşüncesinde kabul gören genel anlayışa göre siyasî otorite, kimsesizlerin, yoksulların, fakirlerin ekonomik ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla ve gerektiğinde zekât dışında bir fon oluşturabilir/oluşturmalıdır. Bu arada devlet, servet sahiplerinin mülkiyetten kaynaklanan güçlerini kötüye kullanmalarının, kartel oluşturarak piyasaya tahakküm etmelerinin ve servetin siyasî nüfuz sağlamak amacıyla kullanılmasının da önüne geçmeli, bu noktada gerekli tedbirleri almalıdır.
İslâm hukukunun ana kaynaklarında ve ilk dönem uygulamalarında özel mülkiyetin hukuken tahdit edilebileceğini gösteren herhangi bir delil yoktur. Binaenaleyh herkes muayyen bir miktarla sınırlı olmaksızın, hukukî yollardan edinilmiş olmak şartıyla, istediği kadar mal edinebilir. Bu arada mülkiyetle ilgili vecîbelerini (zekât) yerine getirme noktasında her fert, azamî titizliği göstermek durumundadır ve bu hususta görülen eksiklikler/aksamalar, hukukî yaptırıma tâbidir.

15 Eylül 2011 (Memleket Gazetesi)