Zaman zaman okuduğumuz kitaplarda bazı Hıristiyanların Müslüman hâkimiyetini Hıristiyanların idaresine tercih ettiklerini görürüz. Tabii, ilk bakışta bunun Müslümanlar tarafından üretilmiş romantik bir yaklaşım olduğu düşünülebilir. Hıristiyanlar niye kendilerinden birisinin değil de Müslüman bir yöneticinin tabiiyetine girmeyi kabul etsin? Böyle bir şey olabilir mi?
Bu konuda okumalarımızı Müslüman olmayan bir yazarın eserinden yaptığımızda görüyoruz ki, Müslümanların iktidarını tercih eden Hıristiyanlara dair aktarımlar salt Müslümanlarınkiyle sınırı değil. Hasan Gündüzler çevirisiyle 1971 yılında Akçağ Yayınları’ndan okuyucunun ilgisine sunulmuş T. W. Arnold’ın İntişar-ı İslâm Tarihi adlı eseri bize bu konuda önemli bilgiler vermekte.
Kitaptan aktaracağımız ilk örnek şöyle: Hz. Muhammed (s)’in vefatının ardından halife olan Hz. Ebu Bekir’in tavsiyesiyle, ümmetin “müminlerin emiri” olarak kabul ve itaat ettikleri Hz. Ömer zamanında, İslâm ordularını geri püskürtmek için Bizans kralı Herakliyus büyük bir ordu meydana getirmişti. Bunun bir neticesi olarak Müslümanlar da bütün gayretlerini seferber ederek beklenen çarpışmaya hazırlanmışlardı. Bu münasebetle İslâm kumandanı Ebû Ubeyde, Suriye’deki fethedilmiş olan yerlerin valilerine gönderdiği talimatta tahsil edilmiş ne kadar cizye varsa, ödeyenlere geri verilmesini emretmiş ve halka hitaben yazdığı bir yazıda bu meseleye dair şu açıklamada bulunmuştu: “Büyük bir düşman kuvvetinin bize karşı ilerlediğini haber aldı. Aramızdaki sözleşmeye göre bu vergi karşılığında sizi himaye edecektik. Fakat şimdi bu himayeyi sağlama, bizim kudretimiz dışına çıkmak üzere olduğundan sizden aldığımız cizyenin hepsini geri veriyoruz.” Bu talimat gereğince devletin kasasından büyük bir miktar para söz konusu topluluklara ödendi. Bundan dolayı Hıristiyanlar: “Allah sizi yine bize hâkim kılsın ve Romalılara karşı da muzaffer eylesin. Sizin yerinizde onlar olsaydı bize bir şey iade etmek şöyle dursun elimizde ne var ne yok hepsini alırlardı.” diyerek İslâm kumandanlarının başarıları için dua etmişlerdi (s. 105-106).
İkinci örnek ise şu: Mısır Hıristiyanlarının çoğunluğunu teşkil eden Yakubîler Bizans Ortodokslarının işkence ve katil olayları türünden kaba muamelelerine maruz kalmışlardı. Yakubîler ülkelerinde asırlardır görmedikleri din hürriyetini Müslümanların getirdiklerine şahit olmuşlardı. Haraç ödeme karşılığında Amr bin el-Âs bunları kiliselerine sahip olmak konusunda serbest bırakmış ve kiliselerine muhtar bir şekilde idare edebilecekleri hususunda kendilerine söz vermişti. Ve bu şekilde eski hâkimiyet devrinde acı zahmetlere ve sıkıntılara yol açan devamlı müdahalelerden onları kurtarmıştı. Yine bunun yanında kilise malları ile emlakinden hiçbirini, hiçbir vesile ile zapt etmediği gibi, zorla alınıp yağma edilmesine de meydan vermemişti (s. 159-160).
İki örnekten yola çıkarak diyebiliriz ki; Müslümanlar “herkes için adalet” istediklerinde bu onların iktidar ve toprak kaybetmesine yol açmıyor aksine tevhid ve adaletin hakimiyet ve nüfuz alanı doğal bir şekilde gelişiyor. Ümmetçi olmamız, takım tutar gibi Müslümanları tutmamızı ve Müslüman olmayanların sorunlarına kayıtsız kalmamızı gerektirmiyor. Aksine tebliğin muhatabı olanlara yapacağımız iyilikler, onların haklarını gözetmemiz ve zulme uğradıklarında onlara sahip çıkmamız, verdiğimiz ahitlere bağlı kalmamız hem gayr-ı Müslimlerin hem Müslümanların hayrına.
Ermenistan sınırından Afrika’nın iç kesimlerine ve güneyde Yemen’den İstanbul surlarına kadar geniş bir iklimin Müslümanlaşması, kılıç zoru ile değil, tebliğ ve güzel örneklikle olmuştur. Dünya barışı bizim elimizde.

16 Temmuz 2009 Perşembe (Memleket Gazetesi)