Hukuk devleti teriminin 19. Yüzyıl başlarında Alman hukuk çevrelerinde ortaya çıktığı söylenebilir. Bu kavramın çerçevesini Hüseyin Hatemi’nin “Hukuk Devleti Öğretisi” (İşaret Yay., İst., 1989) adlı eseri çerçevesinde ortaya koymaya çalışalım.
Demokrasi hukuk devleti amacına ulaşmak için ileri sürülen yöntemlerden birisidir. Başka güvencelerle desteklenmeyen bir demokrasi “çoğunluk dikatörlüğü”ne yol açabilir ve böyle bir demokrasinin hukuk devleti ile hiçbir ilişkisi kalmamış olabilir. Çoğunluk azınlığı Yaratıcının kendisine verdiği haklarından yoksun kılıyorsa, bu yine zulüm düzeni demektir. Zulmü bir kişi de yapsa, çoğunluk da yapsa o yine zulümdür.
“Göz dağı verelim”, “ibret-i alem olsun”, “Bir kişiyi sallandıralım da bak diğerleri bir daha yapar mı?” gibi mülahazaların hukuk devletinde yeri yoktur. İster Fatih Kanunnamesi’nde, ister Cengiz Yasası’nda yer alsın “nizam-ı alem için” kimse suçsuz yere öldürülmez. Bir kişiyi haksız yere, zulüm ile öldürmek bütün insanlığı öldürmekle birdir (Maide, 5: 32). İslam’da monarşi ve hanedan hâkimiyeti yokken bir kişinin saltanatını güvenceye almak için “kardeş katline” nasıl cevaz verilebilir? Nasıl olur da bu “katl” “nizam-ı alem” gibi belirsiz bir gerekçeye bağlanabilir? Kıyam etmemiş birisi, hatta kundaktaki bir masum çocuk ileride kıyam edeceği endişesi ile katledilebilir mi? Böyle bir yasa EmevilerAbbasiler ya da Moğollar da var mıdır?
Hukuk devleti görev yönünden ve maddi açıdan adalet devletidir ancak adalet devleti demekle ve herkese hakkını vermek gerektiğini söylemekle iş bitmez. Kimin neyi hak ettiğini Hitler mi, Marx mı, Arisotetles mi, Beyaz Saray mı yoksa gücü elinde tutanın bizzat kendisi mi belirleyecek? Şu halde adaleti icra edebilmenin vicdan huzuru içende olabilmek için, insanın elinde kimin neyi hak ettiğini gösteren bir öğreti olmalı ve bu öğretinin doğruluğuna inanmış bulunmalıdır. “Kimin neyi hak ettiğini kanun belirler.” demek de sorunu çözmez. Kanun yazılı bir metindir, bilinci yoktur ve bu aslında “Kanunu koyan belirler.” demektir. O zaman aynı noktaya dönmüş oluruz: Bu kanunu koyan beşeri irade, kimin neyi hak ettiğinin ölçüsünü nereden almaktadır? “Ben elimdeki kanuna bakarım!” diyenlerin hukuk felsefesiyle meşgul olmaları pek de anlamlı değildir.
Hukuk devleti ile hukuku olan devlet aynı şey değildir. Her devletin hukuku vardır çünkü hiçbir devlet vatandaşlarının birlikte yaşayış biçimlerini kanunen düzenlemekten vazgeçmez. Belirli bir siyasi toplulukta hukuk çok özel bir anlam taşımaya başlamış olmadıkça çok özel bir rol oynamadıkça hukuk devletinin varlığından söz edilemez.
Her insanın insanca yaşama hakkı ve insan hürriyeti sağlanması zorunlu bir ihtiyacı vardır. İnsanca yaşama hakkı kavramına her şeyden önce “sosyal güvenlik” imkânlarına sahip olmak da girer. Şu halde “sosyal hukuk devleti” gibi nitelendirmeler fazlalıklı bir söyleyiştir. Sosyal olmayan “hukuk devleti” hukuk (adalet) devleti olamaz. Adalet, Doğru Öğreti’ye göre anlam kazanır ve esasen eksiksiz ve gerçek adalet “sosyal adalet” kavramını da içerir. Doğru Öğreti çerçevesinde adalet devleti demek yeterlidir ayrıca sosyal hukuk devleti demeye gerek yoktur.
Osmanlı’daki “Şeriat isteriz!” sloganı da Tanzimat’a kadar örfi yönetimden çok çeken halkın “hukuk devleti” talebinden başkası değildir. Maslahatın şeriatın önüne geçmesiyle ehl-i şer’ ve ehl-i örf ikiliği ortaya çıkmış maalesef şeriatten ayrı olarak bir de örf uygulamada şeriat ile eşdeğer bir hukuk kaynağı sayılmıştır. Mecelle’de bile, nass karşısında içtihadın yeri olmadığı söylense bile (Md. 14) ancak “tamamlayıcı hukuk alanında geçerli olduğu” da açıkça belirtilmeksizin “Örf ile tayin nass ile tayin gibidir.” ilkesine yer verilmiştir (Md. 45).
Sonuç olarak diyebiliriz ki, doğru bir “insan hakkı” öğretisine sahip olmadıkça “adalet/hukuk” anlayışına sahip olmak mümkün değildir. O da müminlerin yeryüzünde adaleti tesis etmeleri için gönderilen ve insanlar arasında renk, dil, kavim vs. farklılıkları üstünlük konusu kabul etmeyen vahiyde mevcuttur.
8 Eylül 2011 (Memleket Gazetesi)