Seyyid Hüseyin Nasr, 7 Nisan 2005 tarihinde Alaaddin Keykubat konferans salonunda Konya’da belediyenin davetlisi olarak bulunuyordu. İranlı olan yazar ülkesindeki İslâm devriminin ardından ABD’ye gitti ve halen orada üniversitede öğretim üyesi olarak çalışıyor.
Programın düzenlendiği salon hınca hınç doluydu. Oturuşunu, kalkışını ve karizmasını görme amacıyla geldiğini söyleyenler olduğu gibi, eş dostu görmek için gelenler de vardı. Doğrusu Nasr beklediğim düzeyde bir konuşma yapmadı. İslâm medeniyetinin hâlâ dimdik ayakta olduğunun kanıtı olarak namaz kıldığı Sultan Ahmet Camiini, İsfehan’da bir camiyi ve Tac Mahal’i örnek vermesi kendisinin İslâm dünyasının yaşadığı problemleri ve onları aşma çabalarını nasıl göremediğini ya da görmezden geldiğini gayet iyi gösteriyordu.
Nasr, medeniyetler çatışması tezinden kastedilenin İslâm ve Batı çatışması olduğunu söyledi. Ancak kendisini Müslümanların yanında konumlandırmaktansa her iki tarafı da “kaba kuvvete baş vurmakla” suçlayıp kenara çekildi.
Nasr’ın dediğine göre son yıllarda ABD’de Hz. Muhammed (s)’e TV’lerde hakaretamiz sözler sarfetmek vakıa-yı adiyeden oldu. Ona göre, İslâm dünyasının en fanatik Suudileri ya da Vahhabileri bile Hz. İsa’ya hakaret etmiyordu. Halbuki fanatik olsun olmasın tüm peygamberlere inanmakla mükellef hangi Müslümanın herhangi bir peygambere hakaret etmesi düşünülebilir? “ABD’nin seviyesiz tiplerini İslâm dünyasından bir kesim ile karşılaştırma ihtiyacı acaba nereden kaynaklandı?” sormak gerekirdi doğrusu ancak Nasr sorulan soruların –hatırladığım kadarıyla- sadece ikisine cevap verip yaklaşık 45 dakika süren programı bitirdi.
Nasr’ın Batı’nın İslâm dünyasına sızmasına/girmesine örnek olarak kola ve kıyafet biçimlerini göstermesi, onun küresel işgal çabalarından ne kadar uzak olduğunu da gösteriyordu. Zira Batının Neo-Moğol hareketi hakkında bir vurgu yapmaya pek de meyletmedi. Onda Noam Chomsky gibi bir Yahudi, Edward Said gibi bir Hıristiyan ABD’li entelektüelde görülen adalet ve insan hakları bilincini görememek üzücüydü doğrusu.
Konya’ya geldiği için Mevlana konusuna değinmeden gitmek olmazdı. Dediğine göre Mevlana “şair” olarak ABD’nin en fazla okunan şairiymiş. Mevlana’nın orada bir alim değil de edip olarak algılanıyor olması ilginç ve önemli bir bilgiydi.
Nasr’a göre Mevlana, tüm formları aşmış ve evrensel bir özü yakalamıştı. Ne yazık ki Nasr, bu aşılan formlara Kur'an’ın dahil olup olmadığına dair bir yorum yapmadığı gibi, bu konuda sorulan yazılı bir soruyu da cevaplamadı.
Konuşmasını bitirirken, Mevlana’nın “Ne Yahudiyim/Ne Hıristiyan/Ne Müslümanım…” şeklinde devam edip giden bir şiirini okudu. Çevirmen İbrahim Kalan sorun çıkmaması niyetiyle Mevlana’nın Müslüman olmadığını söylediği kısmı Müselman şeklinde çevirmesi ilginçti ve maalesef bu şiir üzerine iyice düşünmek gerekirken salondan büyük alkış aldı. Alkışlayanlar en azından el çırparken, “Müslümanın ‘Ben Müslüman değilim?’ demesinin caiz olup olmadığı” konusunda soru işaretleriyle ayrılmalıydılar.
Nasr’a ait değerlendirmelerim yoksa ona karşı önyargılı olmamdan mı kaynaklanıyor? Belki de bunda İslâmî Araştırmalar dergisinin 1. sayısındaki (1997) Seyyid Hüseyin Nasr ile yapılmış mülakatı okumam da etkili olmuş olabilir. İşte o mülakattan bazı cümleler: “Aynı anda birkaç dine inanmak ve yaşamak sıradan insanların yapamayacağı bir şeydir.” “Hıristiyanların İsa’yı rab olarak tanımaları, dinin yorumlarından birisidir. Vahyin çeşitli yorumlama biçimleri bu imkânı vermektedir.” “Mesih’in İslâm ve Hıristiyanlıktaki iki değişik tasvirinin ikisi de doğrudur.” “Cennet ve cehennem sembolik olarak değerlendirilmelidir.”
Peki bu programın hiç mi faydası olmadı. Olmaz olur mu, en azından eşi dostu gördük.

14/04/2005 Memleket Gazetesi/Konya